ONUR ÖNCÜ/diken.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkındaki soruşturma, Halk TV’cilere yönelik gözaltılar ve tutuklama, DEM Parti’li bir belediyeye daha kayyım, menajer Ayşe Barım’ın ‘Gezi’den tutuklanması…
Neler oluyor?
Uzun yıllar gazetecilik yapmış Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’a sorduk.

Yeni kumpas süreci
Gazetecilere yönelik gözaltılar ve tutuklamadan başlayalım…
Konuyu ikiye ayırmak lazım. İlki meselenin siyasi kısmı. Arkadaşlarımız adliyedeyken yine yargının tetikçi olarak kullanılarak Türkiye’nin yeni bir Ergenekon kumpas sürecine girdiğini söylemiştim. İşaretler bu iddiamı destekliyor.
Bundan önce, toplumsal ve siyasi kutuplaştırmada hayli iş gören, aynı zamanda toplumsal korkuyu derinleştirmenin en önemli aracı Gezi direnişinin araçsallaştırılıp Ayşe Barım’ın tutuklanmasıyla son bulan süreci konuşuyorduk.
Kürt meselesinde ‘barış umudunu yeşerten’ bir takım girişimlere tanık olurken DEM Partili belediyeleri hedef alan kayyım atamaları, yine kayyımlar marifetiyle CHP’li belediyelerin de hedef alınması, olası bir cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük rakibi olacağını düşündüğüm Ekrem İmamoğlu’nu merkezine alan saldırılar da hız kesmeden sürüyor.
Aynı süreçte Ümit Özdağ’ın tutuklanmasına da tanık olduk.
MHP’ye kapatma davası açılmasına neden olacak Sinan Ateş suikastının siyasi ayağının üzerinin örtülmesi, ortalama muhalif yurttaşı hedef alan tutuklamaların artışı gibi vakalar da son birkaç haftaya yayılan diğerleri.
Gazetecilere yönelik olarak yargı sopasının kullanılması ve tutuklamalar zaten hiç ara vermeyen bir rutin. Hukuki güvencenin olmadığı bir yargı düzeninde hukuksuzlukları kanuni hale getiren düzenlemeler de birer birer hayata geçiriliyor. ‘Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ diye bilinen kanunla hedef alınan herkesin hapse gönderilmesinin yolu genişletildi. Yasalaştırılması ertelenen etki ajanlığı diye bilinen düzenlemenin Meclis’e gelmesinin eli kulağında. Ve son olarak cumhurbaşkanı tarafından duyurusu yapılan yeni yargı reformu strateji belgesi de tutuklama yasağı olan suçları da kapsayarak herkesi istenildiği anda hapse göndermenin yolunu açacak düzenlemeler içeriyor.
Kamuoyunun gözü önündeki gazetecileri, kimi oyuncuları yargı sopasıyla ‘terbiye etme’ girişimleri korkuyu derinleştirmenin bir aracı. Yani yeni bir Ergenekon kumpas süreci başlatmanın tüm sacayakları oluşturulmuş durumda. Halk TV çalışanlarına yönelik son saldırıyı da bu çerçeveden değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Halk TV iktidar yanlısı olmayan televizyon kanallarının başında geliyor. Bu yargı düzeni, siyasal iklim ve toplumsal suskunluk varken RTÜK’ün bu kanalı ve diğerlerini susturmak için lisans iptaline bahane bulması zor değil. Son operasyon da o bahaneyi bulmaya dönüktü ancak Suat Toktaş, kendisini tanıyanlar için hiç de şaşırtıcı olmayan mert bir duruşla suçu üstlenerek hem diğer arkadaşlarının tutuklanmasını hem de kanalın kapatılma riskini şimdilik bertaraf etti.
AKP yalanı meşrulaştırma mekanizması kurdu
Meselenin diğer kısmı nedir?
En basit tanımıyla Türkiye’de toplumun ve gazeteciliğin yaşadığı hakikat kaybı diyebiliriz. İktidar yanlısı olan ve olmayan medya bir madalyonun iki yüzü gibi. Çok uzun zamandır büyük bir hengamenin içindeyiz. Neyin hakikat, neyin aldatmaca olduğunu ayırt etmek imkânsız hale geldi. ‘Hakikat’ bir olgu olarak değerini yitirdi.
Fakat daha önemlisi, bu çağ, yan etkilerini Türkiye’de çok daha acı biçimde gösterdi. Malumunuz, hegemonyayı kuran ve yöneten tek güç olarak devlet ya da siyasal iktidar istisnasız her konuda halka, halkın da doğrusunu bildiği yalanları söylüyor. Buna rağmen bazı muhalifler hala ‘AKP’nin halkı kandırdığı‘ argümanına inanma, bunun üzerinden siyaset yapma eğiliminde. En büyük sorunlarımızdan biri tam olarak bu. AKP’nin basitçe yalan söylemekten ziyade, çok daha örgütlü bir ‘hakikat önemsizleştirme‘ ve ‘yalan meşrulaştırma’mekanizması kurduğunu görmüyoruz. Aslında biz ‘halkı kandırdıklarını‘ sanarken, onlar tabanlarının fanatik kısmına ‘hangi yalanı söylemeleri’ ve ‘yaymaları’ gerektiğini söylüyor, hepsi bu. Kendi inanmak istediğine inanabilmek için her şeyi yapmaya hazır, insanlığını öldürdüğü bir kitleye ‘günün yalanı’nı sunuyor sadece.
Bu gerçek orada dururken, eskisiyle tıpatıp aynı biçimde gazetecilik, siyasetçilik yapılamayacağı açık. Sadece “Halk kandırılıyor, doğrusu da bu” demeyi seçersek gölge boksu yapıyor olacağız, buna en hafif tabirle saflık diyorum, tembellik demeyi de seçebilirim.
Yapılması gereken çok daha temel bir şey var, ‘inanmak istediğine inanmaya hazır‘ bu kitleyi aptal yerine koymaktan, ‘tebliğ‘de bulunmaktan, ‘bilgelik’ dağıtmaktan vazgeçmek. Ki siyasal kamplaşmanın bunca derinleştiği ve karşı tarafa sesinizin ulaşmadığı bir ortamda sadece kendi tabanınıza, kitlenize seslendiğiniz gerçeği de göz ardı edilmemeli. Çok uzun zamandır iktidar yanlısı ya da muhalif herkes sadece duymak istediklerini söyleyen, okumak istediklerini yazanlara kulak veriyor. İstisnasız tüm toplum, hiç kimse hakikatle, gerçeği duymakla ilgili bir sorun yaşamıyor. Çünkü o gerçek kişinin kendisine tutulmuş bir ayna olacak aynı zamanda. Ve istisnaları olmakla birlikte hiç kimse gerçeğiyle yüzleşmek istemiyor. Gazetecilik ve siyaset de bundan azade değil maalesef.
Baskı ve otoriterliğin arttığı, hakikatten emin olunamayan böyle dönemlerde ne ‘büyük yanılgıların aydınlatıcısı‘ ne de ‘gösteri dünyasının esiri‘ olmadan hakikate önce tevazuyla bakmak lazım. Bazen bir şeyi kestiremediğinizde, sırf bir yurttaş olarak onu kestiremediğiniz için isyan etmek veya bir gazeteci olarak “Biz bunu neden bilmiyoruz kardeşim” demek her şeyden değerli oluyor. Yeter ki vicdanlarda doğru sarsılmayı, doğru titreşimi yaratabilsin. Umarım bu söyleşide ben de konuşacaklarımıza tarif ettiğim tevazuyla yanıt verebiliyorumdur.
Meslektaşlar gözaltındayken, hapse gönderilirken etik tartışılmaz
Barış Pehlivan’ın bilirkişiyle yaptığı görüşmenin ses kaydının yayımlanmasına gazetecilik etiği üzerinden eleştiriler geldi. Mesela Fatih Portakal, Pehlivan gözaltındayken eleştirilerini sundu. Mesele etiklik meselesi mi?
Bir olay, olguyla ilgili yapacağınız haberle ilgili karşı tarafa söz hakkı vermek hem haberciliğin esası hem de haberinizin meşruiyetini perçinlemenin aracıdır. Eğer iddia ya da ithamları çürütecek bir argüman ya da verilebilecek bir yanıt varsa işin bu kısmını atlamak zaten gazeteciliğinize halel getirecek bir davranış olur.
Bu olayda ise söz konusu bilirkişinin verebilecek bir yanıtı olmadığı herkesin takdiri. Ki kanımca bu cevabın yokluğunu tasdiklemek gayesiyle hareket edilmiş. Ama görüşmenin içeriğinde kendinizi ‘habercilik heyecanı‘na kaptıracak tek bir cümle yok.
Görüşmenin içeriğinin yayınlanmasına gelince, konuşulanların dolaylı olarak aktarılması yerine doğrudan ses dinletilmesi arasında bir fark olduğu söyleniyor. Kanunen belki var ama yargı sopasının sadece iktidar yanlısı olmayanların üzerinde kullanıldığı bir baskı rejiminde hukuken bu kuralın nerede durup durmadığı tartışma konusu. Ve dahası bu fark bir ilüzyon. Birileri, kamu yararının bu kadar yüksek olduğu bir konuda, hala haberleşmenin gizliliğinden falan söz ediyor. Bu konu, basın özgürlüğü denen şeyin, haberleşmenin gizliliğini bir toz zerresi kadar önemsiz kıldığı bir başlık. Burada kamunun yararı, yani o bilirkişinin incelediği şey, alelade bir mesele değil. Türkiye’nin yakın geleceği için belki de en önemli meselelerden biri. Kimse burada yapılacak haberin karşısında kişisel verilerin bilmem nesinden söz edemez. Gündelik magazin haberi yapmıyorsunuz, siyasetin yargı operasyonlarıyla nasıl dizayn edildiğini, yurttaşın kaderinin nasıl tayin edildiğini ortaya koyuyorsunuz.
Her konuda ‘hukukun gereğini‘ söyleme alışkanlığı nereden çıktı bilmiyorum, ama illa hukukun gereği tartışılacaksa, önce hakkındaki iddiaları yanıt bile veremeyen bu bilirkişide somutlaşan hukuksuzluğun tartışılması gerekir. Tüm hukuksuzlukları çözdüğümüzde, Barış, Kürşat ve Suat’ın ya da diğer gazeteci arkadaşların tutumundaki hukuki yönü tartışmaya belki sıra gelir. Elbette bir etik tartışması başlatılabilir ancak meslektaşlarımız göz altındayken, hapishane kapısını açacak olan adliyede bekletilirken yapılmaz bu. Ama maalesef, bu iş de bir ‘şov dünyası‘na kurban edildi. Herkes başka bir kaygıyla suyu bulandırdı. Kimse bilirkişide somutlaşan gerçeği konuşamadı.
Özel’in kibri, Halk TV’nin sansürü
Medyadaki denge her geçen gün bozuluyor. Bağımsız medya kurumları neredeyse yok denecek kadar az. İktidar yanlısı gazeteciliğin karşıtlığı muhalif gazetecilik olmuş. Bu durumun mevcut siyasal iklime etkisi ne oldu?
Saray rejimi 31 Mart yerel seçim mağlubiyetinin şokunu atlattıktan sonra, (CHP Genel Başkanı) Özgür Özel’in hayal ettiğine değil memleketin gerçek normaline dönüş yaptı. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinin Türkiye’de ve iktidar cenahında yarattığı zafer havasıyla beraber de muhalefet üzerindeki baskısına hız kesmeden devam ediyor.
Sürekli kendilerine yönelik itham ve saldırılar karşısında defansta kalan, karşı hamle geliştiremeyen ya da beceremeyen bir CHP görüyoruz.
Hal buyken CHP adına denklemi bozabilen bir tek kişi var: Recep Tayyip Erdoğan’ın da 2019 yerel seçimlerinden itibaren cumhurbaşkanlığı yarışında karşısındaki tek ve en büyük rakibi olarak gördüğü Ekrem İmamoğlu. İktidarı paylaşan siyasal odaklara, yargısına, medyasına, trolleriyle anladığı dilden konuşup polemiğe giriyor. Kendisine sadece Erdoğan’ı muhatap alıp yanıt veriyor. Uzatmaya gerek yok, CHP ne kadar defansta ise İmamoğlu da o kadar ofansta hareket ediyor. Ama söylemleri, kampanyaları, yanlış pozisyon alışları ve siyasal tutumlarıyla Erdoğan’ın en büyük rakibini aşağı çekiyor görüntüsü veren bir CHP ortaya çıktı. Bilirkişinin siyasal pozisyonunu açık eden basın toplantısıyla beraber İmamoğlu bu gidişi yeniden tersine çevirmek istedi. Ancak maalesef yaşanan Halk TV operasyonuyla esas konuşulması gereken konu tali kaldı. Hatta hiç konuşulmaz oldu.
Tekil bazı örnekleri bir yana bırakırsak hem siyaset hem de iktidar karşıtı medya Saray rejiminin aklını, hegemonik gücünü çok küçümsüyor. Muhalefet cenahının çok önemsediği ve hizalandığı yer olan sosyal medyanın da toplum ve siyaset mühendisliğinde hala en önemli silah olan konvansiyonel medyanın en önemli aracı televizyon yayıncılığının da tek hakiminin Saray rejimi olduğu gerçeğinden uzak davranılıyor. İktidarın hedef aldığı herkesi hapse tıkabileceğinin korkusunu yayan siyasallaşmış bir yargı gibi etkili bir silahı ve medya gücünü elinde tutan bir rejimle mücadele etme yöntemlerini gözden geçirmek gerek.
Toplumsal kamplaşmanın bu kadar derin olduğu bir iklimde iktidar yanlısı olmadığı iddiasındaki medya tıpkı karşıtı gibi kutuplaştırma siyasetini beslemekle meşgul oluyor. Mevcut yayıncılık anlayışı ve tutumla ne kat edilebilecek bir mesafe ne de varılabilecek bir menzil olmadığının buz gibi bir gerçek olduğunu söylemek elzem.
Türkiye’deki yaygın medya düzeninin özeti şu: Haber kiloyla satılan bir şey olsaydı satıcıların o ürünü eksik tartıp müşterisine verdiklerini söylerdik.
Bakın çarpıcı bir örnek anlatacağım. Halk TV, 2023 Mayıs seçimlerinin iki ay öncesinde TİP’e yönelik bir oy geçişi görülünce çözümü Erkan Baş’ı (TİP genel başkanı) da ekrana çıkarmayarak bulma yoluna gitti. Çok uzatmayayım ve son olaya geleyim. Halk TV’ye operasyon yapıldığı gün biz üç vekil de Ankara’da Meclis’teydik. Arkadaşlarımız gözaltına alınınca gece uçağıyla İstanbul’a döndük ama parti il yöneticilerimiz, MYK ve PM üyelerimizle partili arkadaşlarımız görece kalabalık bir şekilde Halk TV binasının önüne gittiler. Biliyorsunuz sabaha kadar yayın yapıldı. Birçok kişi Halk TV ekranlarından tepkisini, eleştirilerini dile getirdi. Ancak sadece TİP adına kanalın önüne giden arkadaşlarımız görüşlerini açıklayamadı. Çünkü ambargoluyuz. Basın özgürlüğü diye feveran ettiğiniz bir günde bile dayanışma için kanalın önüne gelen TİP temsilcilerine patron talimatıyla sansür uygulamaktan geri durmamanın takdirini kamuoyuna bırakıyorum.
Özgür Özel’in kendisine yönelik siyasal eleştirilerimize “Meclis’te konuşma hakkınızı ben veriyorum” kibriyle mukabele etmeyi tercih etmesiyle, CHP’nin en önemli medya organı Halk TV’nin sansürü arasındaki korelasyon, demokrasi ve hukuk normlarının memlekete egemen olacağı iddiasını değil, mevcut rejimin ve sahiplerinin siyaset yapma biçiminin her yere egemen olduğunu kanıtlar o kadar.
İmamoğlu, Erdoğan’ın en korkutucu rakibi, o yüzden hedefte
Ekrem İmamoğlu’na yargı aracıyla bir baskı uygulanıyor. İmamoğlu’nun bu kadar çok hedefte olmasının sebebi nedir?
Eğer 2023 seçimlerinde muhalefetin adayı İmamoğlu olsaydı şu an cumhurbaşkanlığı koltuğunda Erdoğan oturmuyor olacaktı. Yani biraz önce dediğim gibi Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçiminde İmamoğlu dışında kimseyi kendisine rakip olarak görmüyor. O yüzden hedefinde o var. İktidarı boyunca Erdoğan’ı daha fazla korkutanlar olmuştur, ona daha fazla zarar verenler olmuştur, onu daha fazla incitenler olmuştur. Ama şu gerçeği yabana atmamalıyız; İmamoğlu şu an Erdoğan’ın en korkutucu rakibi. İmamoğlu, şu haliyle Erdoğan kapsayıcılığındaki tek gerçek tehdit.
Siyasi konjonktürle yakından ilintili olarak temel bir ayrım noktası daha var. Erdoğan’ın İmamoğlu dışındaki alternatifleri, Kürtlere herhangi bir şey vaat etmek bir yana Kürtler için tercih edilmez nitelikteler. İmamoğlu’nu tam da çözüm sürecinde iktidar için daha tehlikeli kılan meselelerden biri bu: İmamoğlu Kürtlere AKP’nin tek seçenek olmadığını hatırlatıyor. Ama böyle atmosferlerde devlet masaya oturacaklarına tam olarak şu mesajı vermek ister: Benimle anlaşmaya muhtaçsın, benden başka seçeneğin yok. Dolayısıyla hem İmamoğlu, hem de Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer gibi figürler aracılığıyla yarattığı atmosfer, iktidarın konjonktürel olarak tam olarak bertaraf etmek istediği şeyler. İmamoğlu’ndan çok daha milliyetçi biri bile tam olarak bu yüzden onun kadar tehlike arz etmiyor. Bu yüzden İmamoğlu’nun merkezine koyarak yerel seçimlerin galibi olmuş CHP’ye dönük saldırıların tam ortasında da Kürt meselesinin halline dönük olduğu iddiasındaki son süreç var.
CHP en güçlüyken en güçsüz parti haline geldi
Kürt meselesine dönük son gelişmeler İmamoğlu ve CHP’ye karşı saldırılar için mi başlatıldı?
Elbette öyle değil. Ama hem rakibinizi hem de hem de partisini zayıflatmak için kullanışlı bir aparat. Devlet Bahçeli’nin ilan etmesinden sonra Kürt hareketiyle yeni bir sürecin başladığından kamuoyu da haberdar oldu. Suriye’de Esad rejiminin sonlanmasıyla beraber yeni bir Ergenekon süreci diye tanımlamayı tercih ettiğim vakalar peşi sıra yaşandı. Bu gelişmelerin ardından çok basit ama çoklu sonuç alacağı bir oyun kuran iktidarın CHP’yi hedef alan saldırıları da büyüdü. İktidar, yerel seçim sonuçlarının şokunun ardından zafer sarhoşluğu içindeki CHP’deki Kemal Kılıçdaroğlu ve Özgür Özel gerilimi üzerinden ‘liderlik’, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş isimleriyle de cumhurbaşkanlığı adaylığı yarışı üzerinden birkaç parçalı bir yapı olarak görülmesine dönük bir siyasal hat ördü ve orada kalmasını sağladı.
‘Normalleşme’ diye anılan siyasetin doğru olup olmadığı ya da sağlam bir zeminde kurulamayışı da çekişme ve gerilimleri arttırırken şüpheci yaklaşımlar da CHP içinde güçlü hale geldi. Aldığı kararların, yaptıklarının eleştirilmesinden hoşlanmayan bir tutum içinde görünen Özgür Özel’in parti içinde iktidarını koruma refleksleriyle hareket eder bir görüntü vermesi, bilerek ya da bilmeyerek yapılan hatalar da üzerine binince, CHP stratejisi olmayan, çoklu bir yapıymış gibi görünmeye başladı. Esenyurt Belediyesi’ne dönük operasyonla birlikte bu çok başlı yapının ortak karar alma, başta seçmenleri olmak üzere toplumsal muhalefet desteğiyle birlikte güçlü tepki verme ve tepkileri bir iradi güç haline bir dönüştürme konusundaki yetersizliklerle CHP yerel seçimlerin muzafferi değil de mağlubu gibi bir görüntüye hapsoldu.
Kürt hareketinin ya da DEM Parti’nin olası büyük tepkisini -kendi belediyelerini hedef alan kayyım uygulamalarında bile Van hariç güçlü bir ses çıkamadı- engelleyecek argüman ise ‘çözüm’ ya da ‘süreç’ hassasiyeti olarak kendini gösterdi. Kayyım uygulamalarıyla başlayan süreç Kürt meselesindeki faşizan tutumu bilinen Ümit Özdağ’ın tutuklanmasıyla beraber CHP’yi siyasi söylemler açısından olmasa da Zafer Partisi’ne yaklaştırınca, DEM Parti ile CHP arasındaki kent uzlaşısı bir anlamda tabanda sona ermiş oldu.
Nihayetinde 2023 seçimlerinin bir sonucu olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu liderlik koltuğundan indirmiş, CHP’yi çeşitli güç oyunlarının döndüğü çok başlılığın hakim olduğu bir parti görüntüsüne hapsetmiş, en büyük rakip Ekrem İmamoğlu’nun adaylık hamlelerine yargı üzerinden engelleme girişimleriyle yanıt vermiş, ‘çözüm’ süreci başlatarak Kürt hareketini görece sessizleştirip CHP ve tabanını sürecin kuşkulu bir izleyicisine dönüştürerek DEM Parti ile CHP arasındaki kent uzlaşısına da hasar vermiş, Suriye’deki rejim değişikliğini seçim yenilgisini tersine çevirecek bir kaldıraç olarak kullanan bir iktidar bloku yeniden sahne aldı. Birbirine bağlı ve kırılgan bir denge üstünde duran bir parti görüntüsüyle CHP’nin niceliksel olarak en güçlü olduğu dönemde bile kendini en güçsüz hale getirebilmesi gerçekten tuhaf.
Erdoğan için çok basit bir pazarlık söz konusu
Bir yandan Kürt meselesinin çözümü noktasında diyalog kurulmuş görünürken diğer yandan da kayyımlar, kitlesel gözaltı ve tutuklamalar devam ediyor. Süreç meselesine Bahçeli için ‘hevesli’ Erdoğan için ‘temkinli’ deniyor Bu süreci nasıl okumamız lazım?
Bahçeli’nin hevesli, Erdoğan’ın temkinli olduğuna dair yorumların kaynağı olacak argüman nedir bilmiyorum. Soruda belirttiğiniz gibi bir yandan baskı, gözaltı, tutuklamalar, siyasal olarak alan daraltma devam ederken öte yandan bir süreç varmış gibi görünmesi arasındaki paradoksa bakarak iki parçalı iktidar arasında bir pürüz olduğu düşünülüyorsa bunun bir yanılgı olduğunu söylemek elzem. Devlet, yeri gelir farklı kişi ya da yapıları farklı rolleri yerine getirmesi için birbiriyle karşı karşıya getirir, yeri gelir üst üste bindirir. Burada görüntülerle o kadar da ilgilenmemek gerektiği kanaatindeyim.
Öte yandan Saray rejimi dediğimiz yapıda gücün başında görünen Erdoğan’ın artık devletleştiğini görmemektir bu. Ya da iptal edilip yenilenen 2015 seçimlerinden hemen sonra fiili olarak var olan ve 15 Temmuz sonrasıyla beraber resmiyet kazanan anayasasız, hatta kanunsuz bir devletin başında Erdoğan olduğunu bu modeli yerleşik hale getirmeye çalışan, isteyen bir odak var ise onlarla uyum içinde olduğunu görmekten uzak yorumlar bunlar.
Erdoğan için çok basit bir pazarlık söz konusu. Çözüm olursa, büyük bir sorunu çözer, belirli kazanımlar elde eder. Kuvvetli bir ihtimal olarak görev süresini bir dönem daha uzatacak bir formül ortaya çıkar. Çözüm olmazsa, “Biz söyledik yapmadılar. Silahtan da vazgeçmediler” diyerek yeniden kazıdığı Kürt nefretini arkasına alarak tutarsız görünmeksizin Rojava’ya saldırır ve yine belirli kazanımlar elde eder. Yani her durumda kazanan olur.
Barış isteği görmüyorum
Bugün birçok medya kuruluşundan siyasetçisine genel olarak muhalefet kanadında anayasa değişikliği ve Erdoğan’ın görev süresinin uzatılması için AKP’nin Kürt hareketini yanına çekme girişimi olarak yorumluyor. Mesele sadece anayasa değişikliği mi?
Bu tür yorumları sığ ve bütünlüklü bir bakış açısından uzak buluyorum. Bence hiçbir zaman mesele tek bir şey değildir, olamaz. Hayat bu kadar basit bir şey değil, siyaset hiç değil. Kimse zaten uygulamak zorunda olmadığı bir anayasayı değiştirmek için bu toprakların en kadim sorununu çözmeye çalışmak gibi büyük bir yükü üstlenmez. Ama bu da demek değildir ki barışın yolları iyi niyet taşlarıyla döşeli. Devletin böyle bir talebi var mıdır, tabii ki vardır, olabilir. Bu da bir edim olarak geçmiş barış sürecinde zikredilmiştir. Ama özellikle seçim sosyolojisi anlamında çok daha derin bazı olasılıklara da yaslanıyordur. Ancak Can Atalay’ı AYM kararına rağmen serbest bırakmayan, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’yı AHİM kararlarına rağmen hapiste tutan biri, asla bir anayasa değişikliği için bu kadar çaba sarf etmez.
İktidarın Kürt sorunuyla ilgili yürüttüğü süreç kalıcı bir demokratikleşmeyi sağlayacak barış hamlesi midir yoksa Türkiye’nin bölgesel emperyal heveslerinin bir parçası mıdır şu ana kadar görünenlerden ve açıklananlardan buna dair elimizde tutarlı bir veri yok. Emin olduğumuz tek şey, tarihsel geçmişi iki asra yayılan, kesintileriyle beraber son 50 yılı ülkeyi korkunç bir şiddet sarmalına esir eden bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuz. Elbette iç siyaseti dizayn etmenin de bir aracı. Ancak bu meselenin Türkiye’nin doğu ve güney sınırlarının ötesinde bölgesel anlamda kendine açtığı yeri ve etkisini düşündüğümüzde bu sürecin neden başladığını ya da başladığının Bahçeli üzerinden kamuoyuna duyurulduğunu da Türkiye’nin yeni bir devlet konseptiyle yeni bir devlet aklının egemenliğinde bir ülke olduğunu da daha net anlamış oluruz.
Değişen sadece rejim ya da devlet konsepti değil; memleket toplumunun ya da çoğunluğunun anlam dünyası ve beklentileri de değişmiş durumda. Dolayısıyla Kürt meselesinin ‘halline’ dönük atıldığı iddia edilen adımları bu çerçeveden okumak gerektiği kanısındayım. Kişisel kanaatim, Kürt meselesini kalıcı bir barışla halletmek istek ve arzusu olduğuna da inanmıyorum.
Yani barış umudu yok mu?
Bir adaletsizlik ve eşitsizlik sorunu olan Kürt meselesinin kalıcı bir barışla çözülmesi, sorun ortadan kalkana dek elbette kalıcı umudumuz olarak duracak. Ancak Bahçeli’yle kamusal alana açılan bu sürecin, barışa duyulan özlem nedeniyle yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Başarısızlıkla sonuçlanan bir önceki sürecin devamı ya da benzeri olduğunu anlatan yorumlar yapıldı yapılıyor. Her ne kadar Bahçeli, “Öcalan Meclis’ten seslensin” deyip umut hakkından bahsetse de iktidar kanadından duyulan tek şey, “PKK yenildiğini açıklayıp silah bıraksın.” Bunu da Abdullah Öcalan yaptırsın. Peki karşılığında ne olacak sorusunun yanıtı hala belirsiz. Öcalan’a umut hakkının dile getirilmiş olması dışında duyduğumuz tek şey sorunu yaratan eşitsizlik ve adaletsizliğe dönük hiçbir şey demeden Kürtlerle bin yıllık kardeşlik geçmişimiz olduğu. Savaşın taraflarından birine dönük yenildiği itirafını yapmasını istemek, silah bırakmasını istemek. Bu talebe uyulacağının düşünülmesi gerçekçi olmadığı gibi bir hayli de tuhaf geliyor. Bir şey talep ediliyorsa karşılığında da başka bir şeyin teklif edilmesi gerek. Onu öğrenebilirsek kalıcı bir barış için umutlanmamız için bir nedenimiz olabilir. Ama iyimser değilim.
Bu sürecin gerçek bir ihtiyaçtan ya da gerçek bir çözüm iradesi ortaya koymak için değil, savaş devleti İsrail’in soykırıma varan şiddetiyle birlikte Suriye’de rejimin de el değiştirmesiyle ortaya çıkan bazı konjonktürel fırsatları değerlendirme gayesiyle karşımıza çıktığını düşünüyorum. Ortadoğu gibi dünyanın en kaypak coğrafyasında silahı bırakanın yok olacağı bir mutlak gerçeklikken PKK ve Suriye’de PYD’nin Öcalan’ın bir sözüyle silah bırakıp teslim olacağını düşünmek, aklın sınırlarını zorluyor.
Erken seçim için geç kalındı
Erken seçim olur mu?
Bunun için geç kalındığı kanaatindeyim. Eğer 31 Mart gecesinden itibaren erken seçimi hedefine koyan ve gerçekleşmesine dönük tutum alan bir siyaset inşa edilebilseydi, istibdat rejiminin sonunu getirebilecek bir ihtimali konuşuyor olurduk. Ama yapılmadı.
Genel seçimler biteli daha iki yıl olmadı. Erdoğan, olası seçimin galibi olacaksa bile neden üç yıl daha yönetme iradesinden vazgeçsin? İktisadi kriz hala bu kadar derinken yakın gelecek içinde bir erken seçim ihtimali yok kanımca.
Bu karamsar tabloyu tersine çevirebilmek için muhalefetin önünde fırsat yok mu peki?
Zayıf bir ekonomiye sahip olmanın Türkiye’nin yeni devlet aklının gelecek tasavvurunun önündeki en büyük engel olduğunu belirterek başlayalım. Son yerel seçim sonuçlarıyla da görüldüğü gibi muhalefetin öne çıkmasını sağlayan elindeki tek ve önemli argüman da yaşanmakta olan derin iktisadi kriz. Ancak muhalefetin bu önemli kozunun Suriye’nin imarıyla ilgili ortaya çıkacak rantiyeyle orta vadede giderilerek elinden alınacağını düşünmemek için bir neden yok. Onca katliam, cinayet, hukuksuzluk, kanunsuzluğun karşısına “Unutursak kalbimiz kurusun”cümlesiyle, özgürlükleri gasp edilerek hapishanelere doldurulanlara “Yalnız değildir” hashtagiyle sadece sosyal medyada mukabele edildiğini düşünürsek, çok konuşuluyor gibi görünse de yaşanan hukuksuzluklar ve adaletsizlikler karşısında toplumun hassasiyetinin gelip geçici ve göstermelik olduğunu söylemek de yanlış olmaz.
Yani adalet eksikliği ve bundan beslenen eşitsizlik hiçbir zaman bu toplumun çoğunluğunun esas meselesi haline gelemedi. Hal buyken var olan düzenden mutsuz muhalefet için toplumsal ortak payda sadece cumhurbaşkanı adayının kim olacağıyla sınırlı tutulursa iktidar değişse de hiçbir şey değişmez.
Etnik, inançsal ve cinsiyet temelli kimlikler açısından demokratik ve kapsayıcı bir sivil anayasayla herkesin kendini eşit hissettiği bir vatandaşlık anlayışında ortaklaşmak gerekiyor. Büyük bir toplumsal sessizlik nedeniyle ‘meşruiyet kazanan’ her türlü haksızlık ve hukuksuzluğun karşısında duran, tüm muhalif unsurların barış, eşitlik, demokrasi ve hukuk normlarının hâkim olduğu bir ülke ortak paydasında güven duyulur bir siyasi odak inşa ederek geniş tabanlı bir itirazın duyulur olduğu kapsayıcı bir sivil itaatsizlik içeren bir karşı koyuş, strateji bir politik hat örülemezse, bu ikinci Ergenekon kumpas sürecinde herkes sırasını beklemek zorunda kalacak.