25 Haziran 2025

Fehmi Koru’nun ‘dehşet verici’ dediği olay ve görmediklerimiz

13 Haziran 2025

Cezaevlerinde 35 kişinin bir arada kaldığı koğuşlar, doğum sonrası gözaltına alınan kadınlar, içeride büyüyen çocuklar… Fehmi Koru’nun yazısı buzdağının sadece görünen yüzü.

97 yaşındaki Haldun Dormen’in “Türkiye’nin en büyük sorununu söylersem hapse atarlar” cümlesi sadece bir sanatçının korkusu değil, Türkiye’nin bugün geldiği noktanın özetidir. Fehmi Koru’nun Karar gazetesindeki yazısı, artık dile getirmekten çekinilen gerçeklerin sesi olmuş durumda. Ancak yazıda adı geçen bir kadın yöneticiye yapılan muamele, buzdağının yalnızca görünen kısmı. Türkiye’de cezaevlerinde yaşananlar, insan onuruna ve hukuka yapılan sistematik bir saldırıya dönüşmüş durumda.

15 KİŞİLİK KOĞUŞTA 35 TUTUKLU: TIKA BASA ADALET

Bugün Türkiye’de bazı cezaevlerinde 15 kişilik koğuşlara 30 hatta 35 kişi tıkıştırılıyor. İnsanların yerde battaniye serip sıra ile uyuduğu, ranzaların üç kat çıktığı, tuvaletlerin bile sırayla kullanıldığı bir düzen kurulmuş durumda. Bu durum sadece kapasite fazlalığı değil; aynı zamanda bir cezalandırma biçimi haline gelmiş durumda.

Bu kalabalık koğuşlarda kimler mi var? Doğumdan hemen sonra gözaltına alınan kadınlar, hamileyken tutuklanan anneler, yaşlılar, hastalar ve hatta bebekler.

DOĞUMDAN SONRA GÖZALTI: İNSANLIĞIN SON NOKTASI

Fehmi Koru’nun bahsettiği Dr. İpek Elif Atayman’a yapılan uygulama, Adalet Bakanı’nın doğrudan müdahalesiyle ancak biraz insani hâle getirilebildi. Oysa onun gibi onlarca kadın doğumhane kapılarında gözaltına alınıyor. Süt izni, lohusalık gibi temel insani ihtiyaçlar göz ardı ediliyor.

Bir anne, henüz dikişleri alınmadan, bebeğiyle birlikte cezaevi aracına bindirilip, beton duvarların arasına gönderiliyor. Bu tabloya hangi vicdan sessiz kalabilir?

80 YAŞINDA CEZAEVİNDE KADINLAR VAR

Bu ülkede 80 yaşını geçmiş, bastonla yürüyen kadınların kelepçelenip cezaevine konulduğunu gördük. Kalp hastası, felçli, Alzheimer hastası tutuklular hâlâ içeride. İnsanlık adına utanılacak bir tablo bu. Adaletin ölçüsünü yitirdiği her yerde, zulüm sıradanlaşır.

750’DEN FAZLA ÇOCUK CEZAEVİNDE

Resmî verilerle konuşmak gerekirse, Türkiye cezaevlerinde anneleriyle birlikte yaşayan çocuk sayısı 750’yi aşmış durumda. Bu çocuklar ne ile suçlandı? Annesinin suçlanması onların hayatına zincir vurulmasını mı meşrulaştırıyor?

Beton duvarlar arasında, oyuncak yerine parmaklık gören bu çocuklar neyin bedelini ödüyor?

KELEPÇELİ YOLCULUKLAR, SOĞUK ZEMİNLER, BİTMEYEN BİR REHİNLİK HÂLİ

Koru’nun yazısında geçen “bir metrekarelik kabinde 7,5 saat kelepçeli yolculuk” detayı bile başlı başına bir işkencedir. Ancak aynı muameleyi yaşayan kim bilir kaç hamile kadın, kanser hastası, yaşlı mahpus var? Bir ranzayı bile çok gören cezaevi sistemi, sadece hukukun değil, insanlığın da sınırlarını zorlamaktadır.

Koru’nun yazısı, Haldun Dormen’in sözlerini bir kez daha haklı çıkarıyor: Bu ülkede bazı gerçekleri söylemek gerçekten hapse atılma sebebidir. Ama bazılarını söylememek, insanlığa karşı işlenen suçlara sessiz kalmak anlamına gelir.

SESSİZLİĞİ DAĞITMAK ZORUNDAYIZ

Cezaevleri Türkiye’nin aynasıdır. O aynaya bakıldığında görülen ise bir hukuk devletinden çok uzak, korkunun ve zulmün hüküm sürdüğü bir sistemdir. Haldun Dormen’in “Söylersem hapse atarlar” cümlesi bu düzenin geldiği noktayı özetliyor.

Fehmi Koru’nun yazısı, evet bir kıpırtıdır. En azından kamuoyunun görmediği, medyada yer bulamayan bir insanlık suçuna dikkat çekmiştir. Ama bu vicdan kıpırtısı, bütün bir zulüm sistemini görünür kılmaya yetmez.

Çünkü Türkiye’de cezaevleri artık yalnızca suçluların değil, muhaliflerin, gazetecilerin, akademisyenlerin, annelerin ve bebeklerin tutulduğu toplama merkezlerine dönüşmüştür. Orada her geçen gün umut değil, çocukluk çürütülmektedir. Ve bu sadece “dehşet verici” değil, tarihe utanç olarak geçecek bir dönemdir.


Öfke baldan tatlıdır tatlı olmasına ama…

Fehmi Koru

Dalya’’ demesine yalnızca üç yıl kalmış, Türk tiyatrosunun en bilinen ismi Haldun Dormen’in, kendisine yöneltilen ‘‘Sizce Türkiye’nin en büyük derdi nedir?’’sorusuna, ‘‘Söyleyemem, söylersem hapse tıkarlar’’ cevabını verdiğini okuyunca irkildim.

Düşünün, bunu 97 yaşındaki biri söylüyor…

Acaba ‘dert’ olarak önemsediği konu ne olabilir? Ancak yine de, ülke yönetiminde yer alanlara, insanlar üzerinde uyandırdıkları hapse düşme korkusunu yansıtan bu cümle üzerinde düşünmelerini öneririm.

Şundan: Sovyetler Birliği döneminde de insanlar benzer bir korku içerisindeydiler ve o sebeple de seslerini çıkartamaz hale gelmişlerdi. Rusya sınırları dışında ise, onların bu sessizliklerinin sebebi bilindiği için, Sovyet-karşıtı nice fıkralar uydurulduğunu hatırlıyorum.

Hemen hepsi de konuştukları için hapse atılmışlarla ilgili fıkralar…

Uzaya insanlı ilk aracı göndermeyi başarmış, Avrupa’nın yarısını ittifakı içerisinde bulunduran ve dünya siyasetinde ABD ile ‘süpergüçlük’ yarışını sürdüren Sovyetler Birliği, o fıkraların da içerisinde yer aldığı propaganda faaliyetlerine fazla dayanamayıp sonunda uluslararası arenaya havlu atmak zorunda kalmıştı.

Ekonomik sıkıntılar, dış politikadaki yanlışlıklar iktidarların sonunu getirmeyebilir, fakat vatandaşların hak ve özgürlüklerinin tehdit altına düştüğü algısı siyasi dengeleri düzeltilemeyecek kadar bozabilir.

Konu üzerinde bu minvalde düşünürken, son aylarda gündemi sürekli meşgul eden CHP’li belediyelerle ilgili operasyonlarda gözaltına alınan bir kadın çalışanla ilgili haber karşıma çıkıverdi.

Habere konu olan kişinin adı İpek Elif Atayman. İsminin önünde ‘Dr. unvanı da bulunuyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Medya A. Ş. Genel Müdürü imiş. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden bu yana Dr. Atayman da cezaevinde tutuklu bulunuyormuş…

Önce Silivri’deymiş, ailesine ve avukatlarına haber verilmeden bir metrekarelik kabin içerisinde, bilekleri kelepçeli vaziyette, 7,5 saat süren bir yolculuk sonunda Afyon Cezaevi’ne gönderilmiş…

[Bu ayrıntıları gazeteci Murat Yetkin blogunda yazdı da oradan öğrendik.]

Konu dehşet verici.

Cezaevinde yerde yatırılıyormuş kadın yönetici… Durumunu öğrenen çocuğunun sorunu ilettiği Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Murat Yetkin’in de kendisini araması sonrasında araya girmiş de, ancak o zaman Dr. Atayman’a cezaevinde yatacak yer olarak bir ranza gösterilmiş.

Yetkin ‘‘İstenen itirafçı olması mı?’’ diye soruyor…

Tüylerim diken diken…

Bakan, doktora eğitimi almış bir belediye bürokratı kadına reva görülmüş muamelenin cezaevlerindeki doluluk sebebiyle olabileceğini bildirmiş gerekçe olarak…

Peki ya bir cezaevinden diğerine gönderiliş biçimi?

Haldun Dormen’in hapse tıkılma endişesi boşuna değil…

AK Parti’nin kuruluşunda yer alanlar ve ilk on yıllık iktidarında önemli görevler üstlenen siyasi kimlikliler ile vaktiyle devletin çeşitli kademelerinde bulunmuş üst düzey brokratların da aralarında yer aldığı önemli isimlerin, ülkedeki kendi pencerelerinden gözledikleri yanlışlıkları duyurmak amacıyla kaleme aldıkları bildiriye verilen tepkiler de rahatsız edici.

Doğrudan muhataplarından hiç ses çıkmadı, ama muhatap olması düşünülmeyecek kadar uzak yerlerden ağır hakaretlerin ortalığa döküldüğü görüldü.

Yüzsüzlük… Siyasi ahlaksızlık… İhanet… Sabotaj… Fitne kazanını kaynatmak gibi…

Bu sıfatların kullanıldığı açıklamada ilk dikkatimi çeken nokta, yazarının bildiriyi ‘inandırıcılktan yoksun’ bulması oldu.

İnandırıcılıktan yoksun ise gerçekten, bu kadar hiddete ne gerek var? İnsanlar da bildiride yazılanları inandırıcılıktan uzak bulur ve üstünde durmazlar… Öyle değil mi?

Dikkatimi çeken ikinci nokta ise şu cümle: ‘‘Ne geçmişte buna izin verdik, ne de bugün veririz.’’

Özellikle bu cümleyle karşılaştığımda, açıklamayı yazanın adı ve unvanına bakma ihtiyacı hissettim.

Yazarı ‘Cumhurbaşkanı Başdanışmanı’ unvanını kullanıyor.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral’ın, dolaylı yollardan da olsa, bugün ve yarın birilerine izin vermemesi fazla zor değil de, aralarında önemli bakanlıklarda bulunmuş isimlere geçmişte nasıl izin vermemiş olabilir? Onları bakanlıktan azlederek mi yaptı bunu?

Normalde, geçmişte sorumluluk yüklediği kişilerin, hem de başarılarından söz etmek gerektiğinde onların görevde bulunduğu dönemlere atıfta bulunmak zorunda kalındığı halde, iki paragraflık bir bildiri yayımlayarak güncel konularda uyarılarda bulundukları için, üzerlerine gitmek yerine, dediklerini hak ve adalet kantarında tartması gerekmez miydi siyasi iktidarın?

Kendi geleceği için?

Öfke baldan tatlıdır, ama bazı balların acı çıkması gibi bir gerçek olmasa…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SON GELENLER

Previous Story

68 kişinin kaldığı koğuşta aşırı sıcaktan kalp krizi geçiren mahkum öldü

Next Story

İsrail Tahran’ı vurdu, “operasyon bitince iran nükleer tehdit olmayacak”

Latest from Blog

47 MİLYAR DOLARLIK FOTOĞRAF

NATO Genel Sekreteri Rutte, Lahey’de düzenlenen  NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde tüm üye ülkelerin savunma bütçelerini GSYH’lerinin en az yüzde 5’ine çıkarmayı taahhüt eden anlaşmaya imza attıklarını belirtti. ABD Başkanı Donald

Putin kararname İmzaladı: Rusya kendi ‘WhatsApp’ını geliştirecek

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ulusal mesajlaşma uygulaması geliştirilmesi için kararname imzaladı. Kararnameye göre uygulama başta kamu kuruluşlarında kullanılacak, ardından ülkede yaygın kullanılmasının sağlanması hedefleniyor. Rusya Dijital Kalkınma Bakanlığı, WhatsApp ve Telegram

Petrol fiyatları savaş öncesi seviyeye geri döndü

İsrail-İran savaşı nedeniyle son 10 günde keskin bir yükseliş yaşayan petrol fiyatları ateşkes haberleriyle birlikte 11 Haziran’dan bu yana en düşük seviyesine geriledi Petrol fiyatları, Salı günü ABD Başkanı Donald Trump’ın İran
Go toTop

Don't Miss

Canlı yayında af kulisi: 35 bin kişi hapisten çıkacak, tarih belli oldu

İktidara yakınlığıyla bilinen Gazeteci Sinan Burhan, 10. Yargı Paketi kapsamında

Yargı paketi ve infaz düzenlemesinde geri sayım