19/01/2020

Gökhan Bacık’ın Ahval’de kaleme aldığı “Cemaat üzerine iki yıl sonra notlar”ın ardından doğan tartışmalar hakkında görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Zaman zaman ben de eleştirel yazılar kaleme alan biri olarak, bu tür yorumlar sonrası ortaya konan tepkilerle ilgili genel bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissediyorum.
Kendime göre bunları bazı sınıflara ayırıp ona göre yorum yapacağım.
Çünkü bu tür tartışmalarda metodolojik bir hata yapıldığını düşünüyorum. Mesele içerik veya esası tartışma noktasına hiç gelemeden duygusal baloncuklara hapsediliyor ve sonra da bu baloncukların sakince sönümlenip gitmesi sağlanıyor.
Bazen kasıtlı bazen de bilmeden mevzu’un özünden uzaklaştırıldığını, elmalarla armutların birbirine karıştırıldığını, kimi zaman goygoya kurban edildiğini ve bazen de tribüne oynamak kabilinden ucuz kurnazlıklarla seslerin boğulduğunu gözlemliyorum.
****
Eleştiriler ve eleştiri yöneltenler yeknesak olmadığı gibi bunlara gelen tepkilerin de hepsini tek bir torbaya yerleştirmek ve toptan bir hüküm vermek uygun değil.
Öncelikle eleştirel çıkışlara yönelen tepkileri kaba hatlarıyla iki ana başlık altına yığıp daha sonra buradan farklı gruplamalar yapmak istiyorum.
1- Eleştirinin kendisinden rahatsızlık duyanlar.
2- Temelde karşı olmayıp da farklı gerekçelerle bugün eleştirel yaklaşımlara mesafeli duranlar.
****
Birinci maddeden başlayacak olursak…
Her ne kadar farklı gerekçelerin arkasına gizlenmiş olsa da veya belki kendi kendine itiraf dahi edilmemiş olsa da zamandan ve şartlardan bağımsız olarak aslında cemaatin eleştirilmesine / eleştirilebilmesine, Fethullah Gülen’in tenkit konusu yapılabiliyor olmasına yönelik bir öfkenin varlığından söz etmek mümkün.
Yani şu anda böyle bir tenkil süreci yaşanmıyor, insanlar böylesine vahşi bir zulmün mağdurları haline gelmiyor olsalardı dahi cemaatin içeriden eleştirilmesi aynı oranda bu kişileri rahatsız edecekti. Şimdi sürecin varlığı sadece bu rahatsızlığa bir gerekçe, bir mazeret olarak kullanılıyor.
Ve yarın her şey bitse bile aynı insanlar sorgulamaya, eleştirmeye, hesaplaşmaya aynı şekilde bariyer koyacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın.
Bu kişilerdeki eleştiriye kapalılığın ve yer yer alerjiye varan rahatsızlığın başlıca kaynağı, cemaatin ve liderinin seçilmiş olduğuna duyulan sarsılmaz inanç.
Bu gruba göre cemaat, ilahi bir vazifenin tamama erdirilmesi için Allah tarafından vazifelendirilmiş, özel seçilmiş bir grup. Hz Peygamber’in, ‘ahir zamanda gelecek kardeşlerim’ diye hitap ettiği mirasçıları. Hareket’in lideri de doğal olarak vazifeli bir zat. İlham yoluyla bazen doğrudan peygamberle, bazen sahabelerle, salih zatlarla görüşen ve onlarla istişare etmeden bir karar almayan, adım atmayan, dolayısıyla da aldatılması, kandırılması mümkün olmayan bir müceddid.
Bu zaviyeden bakıldığında “Hizmet’in sahibi Allah’tır”.
Takipçileri de “çağın kudsileri”…
Onlar “sahabeye denk”tir.
Bu yapı içerisinde insanların hatası olmuş mudur, elbette olmuştur; ama onlar da kast-ı mahsusa ile değil bir içtihad hatası sonucu iki sevaptan biri ile yetinmeyi sağlayacak hatalardandır.
Mesela cemaatin ‘aşıklarından’, ozan, sazende, söz ustası Bekir Salim, “Bu kadar büyük bir oluşum içinde bilerek, kasden hata yapan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor” diyor.
****
Buradan hareketle ben bu gruptan olanları da kabaca iki kategoriye ayırıyorum.
1- Cemaatin bugün düştüğü durumda payı olan hataların, günahların, haksızlıkların, ihlallerin varlığından haberdar olmayanlar, duysa da inanmayanlar veya inanmak istemeyenler.
Mesela üzülerek söyleyeyim ki Bekir Bey fena halde yanılıyor. Bilerek, bir fetva ile, bir içtihad ile ve dolayısıyla kasıt ile hata yapanların (ki onlar buna hata demiyor)sayısı bir elin parmakları ile ölçülendirilebilecek seviyeyi çoktan aşmış vaziyette. Daha kötüsü, ‘soru verme’, ‘sahte belge üretme’, ‘fişleme’, ‘usulsüz dinleme’ gibi hukuksuzlukların sistemli bir şekilde yapılmış olduğu gerçeği ile de karşı karşıyayız.
2- Her şeyi bilenler. Bildiği halde bütün bunları sahiplenmiş, içselleştirmiş olan ve tutumlarında herhangi bir değişikliğe gitmeyenler. Hatta gitmeyi aklından bile geçirmeyenler.
Onlara göre bu tür yanlışlıklar, zaruret halinde mecburiyet kesbetmiş mahzurlu hallerden ibarettir ve Türkiye’nin kendine has şartlarından doğmuş bir takım kaçınılmaz tedbirlerdir. Başka türlüsü mümkün olamamıştır, olamayacaktır ve bugün de haklılığından şüphe edilmeyecek bazı istisnai kararlardır. Bunlar âvâmın baktığı yerden anlaşılamayacak, ancak adalet-i izafiye penceresinden izah edilebilecek bir ehven-i şer yumağıdır. Ne yapılmışsa doğru yapılmıştır. Düşmanın her türlü desiseye başvurduğu, her türlü şeytani silah ile silahlandığı bir ortamda problemleri mutlak adalet ile çözmenin imkanı kabil değildir. Bu nev’iden işlerin fıkhı da farklıdır. Türkiye’de derin devletin veya diğer güç gruplarının neler yaptığına bakmadan, cemaati mecbur bıraktıkları şartların kaynağını tartışmadan bu tür mahzurlu yöntemleri sorgulamak da hamâkattir, safderûnluktur ve ‘düşman’ın cephesine mühimmat taşımaktan başka bir anlamı yoktur. (Bu paragrafı ayrı bir yazı konusu yapacağım)
Ayrıca ‘dünyaya zaten rahat için gelmemişizdir.’
‘Hocaefendi bize zaten başkasını vaat etmemiştir. Bu yolun kaderi budur. Uzundur ve geçidi çoktur. Kandan ve irinden deryalar vardır’.
‘Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sanmıştınız?’
Ayrıca kaybedilmiş bir şey de yoktur.
Bizzat Gülen diyor ki, “Hizmet’i tahrip düşünceleri ancak yüzde on nispetinde tesirli olabildi.”
O zaman mesele yok. Ağlanacak, sorgulanacak bir durum da yok.
Harun Tokak da bir röportajında, “Hocaefendi bize ‘Eğer siz Allah ve Rasulü’nün yolundan gidiyorsanız yol bu, bu yolun kaderine razı olanlar buraya gelsin’ demiş hep. Ama şimdi başımıza küçük bir yara geldiği zaman veya bir musibet geldiği zaman bu musibeti ikileştiren şeylerden birisi de şudur: Biz hata yaptık, biz yanlış yaptık, falancalar yanlış yaptı da başımıza bunlar geldi gibi şeyler…Bazen birileri yanlış yapacak ki o yanlış şeylerden bambaşka şeyler doğacak. Yani şimdi biz Hz. Adem Aleyhisselam cennette yememesi gereken bir meyveyi yedi diye düşünüyoruz değil mi, öyle konuşuyoruz, ama Hocaefendi diyor ki ‘Eğer bilseydi ki Hz Adem onun neslinden Hz Muhammed gibi bir evlat gelecek ağacı köküyle yerdi, bırakın meyveyi’ diyor Hocaefendi. Yani bazı yanlışlar olacak ki, eğer yanlışsa, büyük doğrular inkişaf etsin.”
Yani başınıza ‘küçük bir yara’ geldi diye niye hemen şikayet etmeye başlıyorsunuz?
Bakın ta Hz. Adem bile hata yapmıştır ama o hatadan Hz. Muhammed (sav) doğmuştur. Bizim bu ufak tefek hatalarımızdan -ki hata ise eğer- kim bilir yarın bir gün ne güneşler doğacaktır.
Hatta Harun Tokak, Sarı Saltuk’ları, Mevlana’yı, Hacı Bayram’ları, Hacı Bektaş’ları, Ahmet Yesevi’leri sıraladıktan sonra, “Eğer Kerbela’nın kandillerinden gerçekten dünyayı aydınlatacak böyle bir ışık yayılacaktı ise geriye dönüp düşündüğünüz zaman iyi ki bu Kerbela olmuş diyesiniz geliyor.” ifadelerini kullanıyor.
Yani doğacak o ışık için, bugün birileri canından olacaksa, işkence görecekse, yuvalar darmadağın olacaksa önemi yok. Bunlar zaten kendi zayiatının mükafatını öte tarafta şehitlik mertebesi ile tahsil edecektir.
“Dolayısıyla başa gelen musibetlerde ilahi hikmetleri görmek gerekir.”
Öyle diyor Gültekin Bibar. “Allah bir kulunu sevince onun ibadet ile ulaşamayacağı mertebelere musibet verip ulaşmasını sağlar” diyor.
Öyleyse eleştirilecek bir şey de yoktur.
La’yüseldir.
Bibar, bir ‘molla’ olarak konumu ve verdiği tepkiler ile benim için bu manada bir prototiptir.
Kendini hem bu dünyada hem öteki alemde garantiye almış ve o emniyet içerisinde yargı dağıtıyor.
“Yalnızım, cemaate ait değilim diyenler bu sözlerini ruz-ı mahşerde Allah cc sun huzurunda da söyleyebilecek mi? Yoksa ahir zamanın mazlum cemaatine sağanak sağanak lütuflar yağdığını gördüklerinde fikirleri değişir mi? Sözlerinize dikkat edin…. Yarın ahirette mahcup olmayın!” diye uyarıyor.
Yani din eşittir cemaat.
Eğer cemaatten uzaklaşmışsan mahşerde Allah huzurunda hiç bir soruya cevap veremeyecek, toprak olmayı, yok olup gitmeyi dileyeceksin.
Haşa, Gültekin Bibar soruları da önceden almış galiba.
Hangi sorular gelecek hangileri gelmeyecek, o biliyor.
Mesela kendisine bilip de cevaz verdikleri, bilip de sustukları hiç sorulmayacak.
Bir tek cemaatten ayrılanlar, cemaati eleştirenler mahcup olacaklar.
Onlar ise bu dünyada ayağı kaymış olanların, hamların, pilavın içindeki beyaz taşların, istifa ettirilmiş olanların imrenen bakışları altında sağanak sağanak yağan lütufların tadını çıkaracaklardır.
****
Özetle bu grubu, bilenler ve bilmeyenler olarak ikiye ayırabiliriz.
Buradaki sorunlardan biri, en azından ahlaki bir vecibe olarak ikinci gruptakilerin bu ‘mahzurlu şeyleri’ bugün dahi birinci gruptakilerden gizlemeleri ve hatta sorulduğunda inkar etmeleridir.
Öyle olunca, sineye çekilmesi mümkün olmayan günahlardan bugün haberdar olan ve bunu itiraz konusu yapan birileri çıktığında, bunlar ‘münekkit’, ‘ham’, ‘yolda kalan’, ‘dün susup bugün konuşan’ bir takım ‘çilesiz’, ‘yolda kalmışlar’, ‘dökülmüşler’ olarak yaftalanabiliyor.
Bu insanların haklılığını bilen ikinci gruptan hiç kimse de sesini çıkarmıyor.
Tayfun Tuna ile yaptığımız yayında paylaşmıştım, bir kere daha tekrar edeyim: Cemaatin önde gelen ağabeylerinden bir tanesi bana, “Aslında senin ve senin gibi arkadaşların yazdıkları bana gizli bir haz veriyor. Çünkü aslında gerçekten de bazı yanlışlıklar var ve bunları kimse konuşmuyor. Bunları birilerinin söylemesi gerekir. En azından senin gibi bir kaç kişi söylediğinde ben gizli bir haz alıyorum.” itirafında bulunmuştu.
Yine en önde gelen ‘ağabeylerden’ biri, “Bu söylediklerinizin yüzde seksenine katılıyorum.” demişti.
Ancak bunları ikili sohbetlerde dile getirip kitleler karşısında başka bir ağız kullanıyorlar. Hz. Adem’den, Kerbela’dan dem vuruyorlar. Bu yukarıda alıntıladığım samimi düşüncelerini de “Sen gazetecisin, bunları yazma ama…”kaydını düşerek paylaşıyorlar.
Bir defasında şöyle demiştim: “Haydi konumunuz gereği kendiniz bu tür yanlışları dile getiremiyorsunuz, en azından yazan-çizen insanlar hedef tahtası yapıldığında çıkıp müdahale etseniz, ‘Durun bir dakika, söylediklerinde hakikat payları var. Mikyasa vuralım. Bunlar üzerinde düşünelim’ deseniz.”
Ancak buna karışılık da tatmin edici bir cevap alamamıştım.
****
Gelelim ikinci maddeye…
Yani, “Temelde karşı olmayıp da farklı gerekçelerle bugün eleştirel yaklaşımlara mesafeli duranlara”…
Onların da temel argümanları şunlar:
– Şimdi zamanı değil. Zulüm devam ediyorken bunları konuşmak, gemi batıyorken gıygıy çalmaktır.
– Zalimin eline koz veriyorsunuz.
– Zulme haklılık kazandırıyorsunuz.
– Kuvve-i maneviyeyi kırıyor, musibeti ikileştiriyorsunuz.
– Bu tür meseleler böyle uluorta, kamuoyu önünde konuşulmaz. İlgili kanallar var, muhataplar var. Gidip onlara iletin.
– Dün sustun, bugün niye konuşuyorsun?
****
Bu itirazlara zaman içerisinde çeşitli cevaplar verildi. Ben de bazı yazılar ve röportajlarda kendimce gerekçelerimi sıraladım.
İşte başta söylediğim ‘elmalarla armutların birbirine karıştırıldığı’ metodolojik hatalar da genelde burada karşımıza çıkıyor.
Şuradan başlayayım: Cemaatin içerisinde bir grubun sistematik olarak işlediği suçlar veya irtikap ettiği günahlar (ki onlar bunları bu şekilde adlandırmıyor) halen hayatiyetini sürdüren, canlı, kalp atışı devam eden eylemler.
İki türlü:
Bir, Bunlara halen sahip çıkılıyor ve herhangi bir pişmanlık izhar edilmiyor.
İki, Fırsatı bulunsa aynı şekilde devam edilecek.
Ayrıca yer yer zulmü durdurabilecek, hafifletebilecek ya da en azından bu hukuksuzluklara imza atan aktörlere ağır darbe vurabilecek bir çok koz ellerinde olmasına rağmen kullanmamalarının nedeni de bu.
Çünkü bunları açık etmeleri halinde kendi kurdukları sistem de sorgulanacağı için susuyorlar.
Sırf bunun için bile olsa bu yapıyı sarsmak ve eyleme zorlamak gerekir kanaatindeyim.
O yüzden de zamanlama ile ilgili eleştirilerin haksız olduğunu düşünüyorum.
Bitmiş, bir yerde kesilmiş, sona ermiş bir zincirden söz etmiyoruz çünkü.
Bünye içerisinde halen aktif olan ve her an yeni belaları çekme potansiyeli taşıyan bir zihniyet var. Bunlara karşı sürecin bitmesini beklemek, sürecin ilanihaye devamına davetiye çıkarmaktır.
Kaldı ki bu sürecin bitip bitmeyeceğinin, ne zaman biteceğinin, nasıl biteceğinin de garantisi kimsede yoktur.
Bittiğinde de gücü elinde bulunduranların, şimdi sabırla susanları konuşturacaklarına, onları dinleyeceklerine dair bir işaret de bulunmamaktadır.
****
“Zalime haklılık kazandırmak” bahsine uzun uzadıya değinmeyeceğim.
Kendi adıma sadece 11 Kasım 2018 tarihli “AKP haklı mı çıktı?” başlıklı yazıyı burada yeniden paylaşmakla yetineyim. Bütün cevaplar açık-seçik orada var.
“Kuvve-i maneviyeyi kırmaya” gelince…
Ne desem bilmiyorum…
Taş üstünde taş kalmamış. Yüzbinlerce hayat enkaz altında. Maneviyat desen, kaç tane arkadaşım var “Artık Allah’a inancımı kaybettim” diyen…
Aradan üçbuçuk yıl geçmiş, sen cemaat olarak hala çıkıp Adil Öksüz’ün 11-13 Temmuz tarihleri arasında Gülen’in ikamet ettiği kampta ne yaptığına, ne konuştuğuna bile cevap vermemişsin, yine de kuvve-i maneviyeyi kırmış olmuyorsun ama sana bunu soranlar kuvve-i maneviyeyi kırmış oluyorlar. Ne güzel hayat!
Sen, bugün bütün dünyanın diline düşmüş olan suçlamalarla ilgili üç maymunu oyna, bir tekine bile çıkıp cevap verme ama sana bunları sorup, “Beni neye bulaştırdınız arkadaş?” diye soranlar kuvve-i maneviyeyi kırmış olsunlar. Muhteşem!
Bu ancak kapalı gruplara yaraşacak, faşizan yönetimlerde rastlanabilecek bir yaklaşım olur.
Kendine yakıştırdığı bu mu cemaatin?
Öyleyse okumayanlar için Umberto Eco’nun ‘Ur-Faşizm’ yazısını tavsiye ederim.
Bu tür durumlarda grup içi ‘yeni bir dil’ üreterek, esnek-muğlak-kırık bir dil ile her türlü sorgulamayı bastıran, eleştirel aklın önündeki yolları tıkamaya çalışan, karmaşık sorunları basit sembollerle cevaplayıp zihinlerin karışmasının önüne geçmeye çalışan yönetimlere ne ad veriliyor, kendiniz bakın.
****
Sondaki iki madde ile devam edeyim…
Yani, “Bunlar uluorta konuşulmaz” ve “Dün sustun, bugün niye konuşuyorsun?” eleştirisi ile…
Ben kendi adıma, bugün rahatsızlık duyup tepki gösterdiğim hususların hemen hiçbirini dün bilmiyordum. Bir gazeteci olarak bunların varlığını bu kadar geç öğrenmekten dolayı ayıplanabilirim ama bugün haberdar olduktan sonra “Niye konuşuyorsun?” tepkisinin muhatabı olamam.
Bugün öğrendim ve isyan ediyorum arkadaş!
Aldatılmış olmaya isyan ediyorum.
Bugün bildiklerimi dün biliyor olsaydım, tavrım çok farklı olurdu.
Bunu içime sindiremiyorum.
Dünü ıskaladım diye bugünü de yarını da ıskalamak zorunda mıyım?
Peki sen bugün haberdar oluyorsun da tavrın niye hiç değişmiyor?
Artık haberdar olmaya başladığın halde niye hiç bir rahatsızlık emaresi göstermiyorsun?
Bu bir takım necis işler seni niye hiç ırgalamıyor?
Başka gruplar aynı günahları işlediğinde kendini onlarla ayrıştırıyorsun da senin içinden doğup geldiğinde ne diye hoşgörüyorsun?
Bizler bir kabile miyiz?
Vadettiğiniz veya talep ettiğiniz şey, klasik kabileci alışkanlıkları ‘update’ edip 2020 yılı sürümüyle hayatımıza uyarlamak mı?
Bu sizin tercihiniz olabilir… Siz bundan dolayı ayıplanmazken başka türlüsünü tercih edip de itiraz eden ne diye ‘ham’ oluyor?
****
Bu bana dair olanı…
Bir de dün nerelerde nasıl tutumlar aldığı bilinmeden, hiç araştırılmadan, sorulmadan, “Ekmeğin kesilince konuşmaya başladın” diye hırpalanan isimler var.
İlk aklıma gelenler İhsan Yılmaz, Gökhan Bacık, Savaş Genç gibi akademisyenler.
Onlar kendilerini savunuyor zaten, ben kimsenin avukatı değilim.
Sadece böyle bir yazının bağlamı içerisinde örnek teşkil ettiklerinden dolayı kısaca değineceğim.
Mesela Gökhan Bacık 2 yıl önceki The Circle röportajında, Engin Sezen tarafından şöyle takdim edilmiş: “Rektör Ali Fuat Bilkan’ı İpek Üniversitesi’nde ziyaretimden çıkarken Prof. Gökhan Bacık’la karşılaştım. Tanışmıyorduk. İpek’te hocalığı yanısıra bir günlük gazetede yazmaya da başlamıştı. (…) Kendine, Kanada’da bir üniversitede, Fethullah Gülen’in Düşünce Tarihi başlıklı bir doktoraya başladığımı söyleyince heyecanlandı ve koyu bir sohbete dalıverdik. (…) Tabusu yoktu. Hassaten de, Cemaat geleneğinde yetişmiş akademisyen, aydın ve gazeteci prototipinden farklı geldi bana. Mesela şöyle dedi: ‘Eleştirel yaklaşacaksan yap!’ (…) O dönemler, Cemaat de, Gülen de bir tabuydu! Bacık, hatıramda, ‘Çatır çatır eleştireceksen gir, yoksa bırak’ sözüyle yer edinmişti.”
Peki Bacık, ele verirken talkını, kendi mi yutuyordu salkımı?
Yani başkalarına ‘eleştirel yaklaş’ derken kendisi susuyor veya tabasbus mu eyliyordu?
Aynı röportajda buna cevap mahiyetinde şöyle diyor kendisi: “Burada bir şeyin de altını çizmek isterim: Birincisi, bazı kişiler eleştiriler ortaya koyunca ‘Bunları neden önceden söylemediniz?’ deniliyor. Bu eksik bilgiden kaynaklanıyor. Yakın tarihte cemaatin durumunu sonuçları ile etkileyen her konuda pek çok kişi, çok önceden hem sadece akademisyen değil işadamı gibiler de dahil olmak üzere her düzeyde çok ciddi eleştiriler getirdiler. Yani ‘Bakın işte şimdi kriz var eleştiriyoruz’ diye bir durum yok. Pek çok insan, beş yıl önce dört yıl önce kendini paraladı ama hepsi bunların bir rapor haline getirilip çöpe atıldı. Şimdi de bazılarının çok istediği gibi eleştirileri belirli kapılar arkasında yaparsak yarın yine birileri bize ‘Neden eskiden eleştirmediniz?’ diye soracaktır.”
Yani iddia edildiği gibi dün susup da bugün konuşmak gibi bir durum yok.
Hem de çok hoşlanıldığı gibi, dün uluorta dökmeden, kapalı kapılar ardında konuşmuşlar.
Fakat bunun hiç işe yaramadığı ortada.
Savaş Genç, “En büyük hatam, geçmişte ‘içeride’ yaptığım eleştirileri kamusallaştırmamak oldu. O gün söylediklerimi kitleler karşısında söylemiş olsaydım bugün kimse bana bir şey söyleyemezdi.” diyor.
Ne ki dün açıktan konuşanlar da Hareket içerisinde çok hoşgörülmüyorlardı.
Eleştirilerini açıktan dile getirecek bir ismin, ‘Ergenekoncu’, ‘ulusalcı’, ’sızma’, ‘hain’ gibi etiketler yemeyi baştan kabullenmesi gerekecekti.
Bir anda yeni bir Nurettin Veren, Latif Erdoğan, Kemalettin Özdemir, Hüseyin Gülerce vakası olarak itibarsızlaşacak ve söylediklerinin zerrece kıymet-i harbiyesi kalmayacaktı.
Veya tersinden bakalım: Dün kitleler karşısına çıkıp yanlışları açıktan söyleyen, eleştiren isimlerden kaç tanesi için bugün cemaat tabanı, ‘Adamı dün tefe koyduk ama aslında bazı şeyleri önceden görerek ve açıktan uyararak doğru olanı yapmış’ diyor?
Var mı böyle hakkı teslim edilen biri?
Onların tamamı dün nasıl anılıyorsa bugün hala öyle anılmıyor mu?
Bu adı geçenlerin haklı-haksız, doğru-eğri veya temiz-kirli oldukları tartışmasından bağımsız olarak soruyorum bunu.
****
Kaldı ki böyle bir tepki, aslında kendi içinde kendi kendini nakseden bir tepki de değil mi?
Şundan ötürü: Bu aslında ‘Dün sustuysan bugün de sus’ anlamına gelecektir ki bu da ‘bilip de susmuş olmaya’ yöneltilen ahlaki itirazı temelden çürütmektedir.
Hem dün konuşmamış olmakla suçlayıp hem de bugün konuştuğu için paylamak bir çelişki değil mi?
“Dün konuşulması gereken zamanda susup bugün susulması gereken zamanda konuşmakla” suçlayanlar var evet, ancak aynı insanların yarın bir gün, bugün bilip de susanların yakasına yapışacağını da öngörmek zor değil.
Ayrıca benim gördüğüm kadarıyla bu isimlerin çoğu hala belli hassasiyetlerle hareket ediyor ve bilhassa yürüyen hukuksuz davaları göz önünde bulundurarak hala bir çok şeyi kendilerine saklıyorlar.
Mesela bu akademisyenler Fethullah Gülen’le birebir görüşmelerinde nelere, hangi itirazları getirmişler, hangi cevapları almışlar, bunları anlatmıyorlar.
Onlar anlatmadığı için de bana paylaşmak düşmez.
Fakat bunun altını özellikle çiziyorum ki bir sonraki maddeye bir altlık oluştursun.
****
Nedir o madde?
Efendim kimileri diyor ki, “Sen / sizler mağdurları hiç düşünmüyorsunuz!”
Sanki bu tür eleştiriler yapanlar, aynı zamanda mağdurlarla da arasına mesafe koyuyormuş, mağdurları umursamıyormuş veya mağdurlar için hiç bir şey yapmıyormuş gibi…
Bir insan hem mağdurlara sahip çıkıp hem de kendini yanlış uygulamalarla ayrıştırabilir. Ayrıştırma ihtiyacı hissedebilir.
Cemaat yönetimi sistematik günah ve suçlarla arasına mesafe koymadığı müddetçe bu kez bireylere cemaat ile kendisi arasına mesafe koyma hakkı doğar.
Burada gerekli tavrı almayan yönetim katını eleştirmek yerine kendince ilkesel bir tavır geliştiren insanları mağdurlar üzerinden ‘itibarsızlaştırmaya’ çalışmak, en hafif tabirle tribün yardakçılığıdır.
Mağdurlara sahip çıkmak ile eleştirel bir tutum takınmak, birbirine muhalif eylemler olamaz.
Çünkü yukarıda da değindiğim gibi, cemaat yönetiminin mağdurlara yapacağı en büyük iyilik, onları böylesine ahlaksız ve vicdansız yöntemlerle ezen AKP ve cenahındaki insanları deşifre etmektir. Onların içerideki uzantılarını da kendilerini de ilişkiler ağını da ve bugün halen devam eden işbirliklerini de suratlarına çarpmaktır.
İşte asıl eleştiri konusu; cemaati bunu yapmaktan alıkoyan, içine düştüğü çaresiz hastalıklardır.
Senin izahını yapamayacağın ne tür karanlık işlerin var ki bugün elindeki bu kozları bir bir patlatamıyorsun?
Mağdura sahip çıkmak edebiyat ile de olmuyor, palyatif yardımlarla da…
AKP’yi ve tetikçilerin köşeye sıkıştıracak pek çok imkanı var cemaatin ama kendi kendini imha etmemek için buna yanaşamıyor.
Konuşmadan, tartışmadan, zorlamadan bunlar bilinemeyecek. Kimse varlığından dahi haberdar olmayacak.
Mağdurlara asıl kötülük yapanlar, sorgulayan insanları bu şekilde çapraz ateşe tutanlardır.
Aslında kendi ayaklarına sıktıklarının bile farkında değiller.
Bu nokta iyi anlaşılabilirse eğer, bazı eleştirilere yaklaşım da değişecektir.
Ben bundan sonraki yazılarımda elden geldiğince bu noktayı daha da açmaya ve somut örneklerle gözler önüne sermeye çalışacağım.
****
Neylersin ki içerik pek konuşamıyoruz.
“Sen bunu nasıl yazarsın?” diye tartışmaktan yazarın ne yazdığına kimse gelemiyor.
Bana “Sezai” yazılarımda “İsim ver isim” diye çemkirenler, bugün bir bakıyorum yazısı baştan sona isimlerle dolu olan Gökhan Bacık’ı da taşlıyor.
Demek ki dert başka.
Bacık isimler verdiği halde muhataplarından hiçbiri çıkıp da “Hoop, ne münasebet canım! Ne varmış benimle ilgili? Ne tür istifhamlar varsa cevaplamaya hazırım. İsteyen gazeteci gelsin istediğini sorsun, hepsini cevaplayacağım.” demiyor.
Ve kimse de Bacık’a bu isimleri neden yazdığını, ne bildiğini, neyi kastettiğini sormuyor.
Varsa yoksa, “Dün niye sustun da bugün konuşuyorsun?”, “Dün üniversitede görev yaparken iyiydi de şimdi mi çenen açıldı?” gibisinden tarizler…
Seviye bu mu olmalı?
****
Bir de “Cemaatin hatalarının hiç biri böylesi bir zulmün gerekçesi olamaz. Cemaat hiç bir şey yapmasaydı da aynı soykırımın muhatabı olacaktı”yaklaşımı var.
Birinci cümle ile ilgili kimsenin bir itirazı yoktur sanırım. Yukarıda linkini paylaştığım yazımda ben de bunun altını özellikle çizmiştim. Aksini iddia eden var mı bilmiyorum.
Fakat ikinci cümle ile ilgili şöyle bir şerh düşmek isterim: Varsayımsal olarak diyelim ki cemaat yine de aynı kitlesel kırımın muhatabı olacaktı; peki ama hiç bir şeyden habersiz, alınan yanlış kararlarda hiç bir dahli olmayan masum cemaat bireyinin elindeki ‘haklılık’ silahını ve ‘masumiyet’ dayanağını almaya kimin hakkı vardı? Bir çok insan bugün artık ağzını açıp bir şey diyemez hale geldi. Küsüp kenara çekilenler, AKP’ye de cemaate de lanet okuyup münzevi bir hayatı tercih edenlerin sayısı çoğalıyor. Bunun nedeni, geçmişte yapılan ve tevili mümkün olmayan bazı pis işlerle yüzleşilmesi.
Bu insanların çoğu, 15 Temmuz’un bir gün öncesine dönmeye çoktan razı.
“O zaman da zulüm vardı. O zaman da hapse tıkılıyorduk. Her sabah korku ile uyanıyorduk. İşten atılıyorduk. Şeytanlaştırılıyorduk. Fakat huzurluyduk. Göğsümüzü gere gere meydanlardaydık. Dayak yiyorduk ama susmuyorduk. Çünkü haklıydık. Haklı olduğumuzu biliyorduk. Bunun verdiği güven ve rahatlık ile meydan okuyorduk. 15 Temmuz bizim masumiyetimi aldı. Elimizdeki bu haklılık duygusunu aldı. Sözümüzü aldı,” diyenlere ne cevabınız var?
“15 Temmuz tuzaktı, kumpastı” deyip de o gece cemaatin güvenli kanallarından silsile içerisinde polise vs atılan mesajları izah etmezseniz kendi tabanınızı bile işte bu yukarıdaki soruların kucağında bırakırsınız.
Bazı sivil teknisyenleri “Hocamızın emri” diyerek bir adrese toplayıp sonra 15 Temmuz gecesi askeri helikopterle Digitürk’e, Telekom’a vs götürenleri sorgulamazsanız, soranları da susturursanız kendi insanınızı dahi ikna edemezsiniz.
Daha bunun gibi onlarca izah bekleyen soru var.
Evet belki cemaat yine aynı düşmanlığın hedefi olacaktı ama kurbanlar en azından kendi şehadetinden ve masumiyetinden şüphe etmeyecekti.
Bunca bedel ödedikten sonra şimdi “Bizim gittiğimiz yolda da yanlışlar varmış”, “Bizim içtiğimiz süte de pis su bulaşmış meğer” duygusu insanları kahrediyor.
****
Bütün bunlar ortada iken, “Ben eleştiriye karşı değilim, elbette herkes eleştirilebilir”, “Hocaefendi de bir insan, tabi ki o da hatadan berî değil” deyip de her türü eleştiriyi susturmaya çalışmak bizim gibi toplumlara özgü bir garabet.
Şunu anlamıyorum: Cemaat buradan nasıl çıkmayı planlıyor?
Hataları tespit etmeden, özeleştiri yapmadan, herkes kendi derinliği ve birikimi ölçüsünde bir çözüm yöntemi ortaya koymadan, konuşmadan, tartışmadan nasıl çıkmayı düşünüyor?
Cevap şu mu: “Biz bir şey yapmayacağız, Cenab-ı Hak bizi buradan alıp yeniden yüksek burçlara taşıyacaktır.”
Yani seçilmişlik’ inancı, burada da karşımıza çıkıyor.
“Bu zaten Allah’ın davası. Cenab-ı Hak bizi pişiriyor, daha büyük hizmetler için tasaffî ettiriyor. Hamlarla hasları ayırıyor. Bizi tekrar buradan alıp çıkaracak olan Allah’tır,” diye inanılıyor.
İyi de, anlamadığım şu: O inanılan Allah, insanı ve aklı yaratarak kendi kendini sorgulamaya açarken cemaat hangi hakla kendini la’yüsel görüyor?
Hangi hakla ‘insanı’, aklı’ ve sorgulamayı devre dışı bırakmaya cüret ediyor?
Ayrıca siz Allah tarafından seçilmiş bir hareket olsanız bile, bir peygamberden daha seçilmiş değilsinizdir herhalde.
Allah’ın doğrudan seçip peygamberlik vazifesi yüklediği Hz Yunus’a bile bahşetmediği bir hakkı, size niye bahşetmiş oluyor?
Dinî menkıbelerle bir anlatı inşası kuruyorsanız sadece Uhud Savaşı ve Okçular tepesi ile yetinmeyip Hz Yunus kıssasına da bir göz atın.
Tayfun Tuna yazmıştı bunu, ki bu süreçte zihnimdeki önemli boşluklardan birini de bu sayede doldurmuştu.
“İnsaf” başlıklı yazısını şöyle bitiriyordu: “Son olarak Yunus Aleyhisselam kıssasından yola çıkarak cemaate şekil veren insanlara seslenmek istiyorum. Kur’anda mealen ‘Eğer kulumuz Yunus bize istiğfarla yönelmeseydi, kıyamete kadar balığın karnında kalacaktı’ buyruluyor. Bence şu anda yapılması gereken önce günahı doğru tespit edip sonra istiğfara yönelmektir. Hep ibadetteki tekasül (tembellik), nafile hassasiyeti, harama nazar gibi şahsi günahlar nazara verilip derlenip toparlanmaktan bahsediliyor. Oysa biz bu kuyuya bunlardan dolayı düşmedik, biz Pompei halkımıyız ki bunca şiddetli bir tokadı hakedelim. Asıl problem güya dava adına hiçe sayılan kul haklarıdır. Birilerinin kontrolsüzce kurduğu kumpaslardır. Kimse salağa yatmasın. Kendimize ve Allah’a karşı dürüst olup bunları günah kabul edip acilen bu türlü işlere bulaşanları tardederek istiğfara yönelmemiz icap ediyor. Allah hepimize insaf versin vesselam.”