Öfkelendiklerini affedememe kaygısına kapılmış birinin kişisel iç dökmeleri

2 gün ONCE

Alper Görmüş/Serbestiyet

Son yıllarda yaşanan vicdansız ‘adalet’ uygulamalarının son aylarda bir fırtınaya, son günlerde de bir âfete dönüşmesinin sorumlularına duyduğum öfkenin nefrete dönüşmesinden, içimde bu zehirle birlikte yaşamak zorunda kalmaktan korkuyorum. Bir yandan bu zehri kendi psikolojik sağlığım için bedenimin dışına atmaya çalışıyor, bir yandan da bunun zulme uğrayan insanlara ve geleceği çalınmış topluma karşı işlenmiş bir ‘ayıp’ olacağını düşünüyorum.

Salı akşamında başlayan, Çarşamba sabahında ivmelenerek büyüyen olayları, iktidarcı televizyon yorumcularına iltimas geçerek izledim. Ne duyacağımı biliyordum fakat yine de böyle bir tercihte bulundum. Aslında bir tercih de değildi; kumandayı, nedeni üzerinde düşünmeden daha çok oralara yönlendiriyordum. Mesaimin bir noktasında buldum nedenini: Konuşan onlarca kişi arasından hiç değilse birkaçının hiç değilse rahatsızlık imâsında bulunması ümidiyle tuşluyordum iktidar kanallarını. Tabii ki boşa çıktı umudum.

Onları izlerken onlara duyduğum öfkenin nefrete dönüşmesinden, içimde bu zehirle birlikte yaşamak zorunda kalma ihtimalinden fena halde korktuğumu hissettim. İşte o zaman Serbestiyet’te altı yıl önce anlattığım kişisel bir hikâye bu defa bambaşka bir bağlamda yine düştü aklıma.

Önce hikâyeyi hatırlayalım…

“12 yaşındaydım, devlet parasız yatılı sınavlarını kazanmıştım ve yolum, altı senelik bir macera için Haydarpaşa Lisesi’ne düşmüştü.

“İlk günlerde yaşadığım şey, bir tür ruh yıkımıydı. Buz gibi yatakhaneler, loş ve ıssız koridorlar, moral bozucu kalitesizlikte yemekler…

“İlkokulda ve mahallede arkadaş eksikliği çekmemiştim, hatta arkadaş canlısı biri olarak bilinirdim, fakat o koşullarda başlangıçta arkadaş edinmekte çok zorlandım.

“Nihayet bir gün sınıftan birini gözüme kestirdim. Sıcakkanlı gibiydi, dost olunabilir gibi görünüyordu. Hatta başlayacak muhtemel bir arkadaşlığın hayat boyu sürme ihtimalini bile sezdirecek kadar dost canlısı görünüyordu. Bir teneffüste sevinçle, coşkuyla yanına gittim ve ortaya, birlikte geliştirebileceğimizi düşündüğüm bir laf attım. Yüzüme baktı, ‘benim senle bir samimiyetim var mı’ dedi ve yürüyüp gitti.

“Parça parça olmuştum. İçimde bir şeylerin bir daha birleşmemek üzere koptuğunu hissettim…

“Kendisiyle ilgili olarak fazla düşünen biri değilim, hatta bu mesaiye bu yaşımda yeni yeni başladığımı söylesem, bilmem inanır mısınız? Sızısı hep içimdeydi ama bu meseleyle ilgili olarak da düşünmemiştim, işte onu da şimdilerde ele almaya başladım. Doğru mu bilmem ama, yeni insanlarla tanışma, kalabalıklar içine girme konusundaki çekingenliğimin bu travmatik olaydan kaynaklandığını düşünme eğilimindeyim şimdilerde.”

Sonra ne oldu biliyor musunuz, o kişi ertesi gün yanıma geldi ve sesi titreyerek özür diledi. O an içimde güller açtığını hatırlıyorum. Sonraki günlerde, aylarda, yıllarda arkadaşıma bundan hiç söz etmedim, arkadaşlığımızın sonrasını sanki bana o kırıcı sözler hiç sarf edilmemiş gibi yaşadım; öyle oldu, çünkü arkadaşım benden içten bir özür dilemişti ve ben onu en derinimden affetmiştim; aklıma bile gelmiyordu ki söz edeyim bu tatsız anıdan. (Yok, bu travmatik olayla yeni insanlarla tanışma, kalabalıklar içine girme çekingenliğim arasında bir bağ olduğuna inanmaya devam ediyorum… Yani derinden kırılmış olmam ve onun hükmünü bugün dahi sürdürüyor olması ile arkadaşımı derinden affetmiş olmam bambaşka şeyler; birbirleriyle çelişmiyor.)

Öte yandan bu kadar kolayca affedebilmem kin, öç ve nefret gibi duyguların benden ne kadar uzak olduğunu da gösteriyordu. Sonraki yıllarda, fiilen yaşadığımın tersine arkadaşıma kin ve öfke duyduğum senaryolar üzerine düşündüğümde, “iyi ki öyle yaşamamışım bu olayı” sonucuna varmıştım. Çünkü artık insanın taşıdığı kin ve nefret duygularının insan için bir zehir olduğuna inanıyordum. Yine, hayat içinde epeyce yol aldıktan sonra benimsediğim “bağışlamak bağışlanandan çok bağışlayan içindir” yaklaşımına da işte bu ‘zehir’ metaforu üzerinden ikna olmuştum: Bağışlama yeteneği olmayanların içlerinde bir zehirle yaşamak zorunda kalmaları korkunç bir şeydi ve böyle olmadığım için ne kadar şükretsem azdı.

İçimde bir zehir büyüyor, kurtulamamaktan korkuyorum

Son yıllarda yaşanan vicdansız ‘adalet’ uygulamaları son aylarda bir fırtınaya, son günlerde bir âfete dönüştü. Bu uygulamaların karar vericileri (siyaset), kararları tatbikata koyanları (yargı) ve bu vicdansızlıklar hakkında kamuoyunda rıza yaratanları var.

Bu üçlünün yaptıklarına baktığımda herkes gibi ben de kaygılanıyorum. Hayatları, gelecekleri ellerinden alınan insanları düşününce üzülüyorum. Fakat -kendime dair anlattıklarımdan anlamışsınızdır- benim ilâve bir kaygım daha var: Onlara duyduğum öfkeyi onlar iktidardan gittikten sonra da sürdürmekten korkmak, bu zehirle birlikte yaşamak zorunda kalmak.

Bu beni kaygılandırıyor, çünkü hayatımda ilk defa neredeyse nefrete dönüşmekte olan bir duyguyu içimden atma konusunda kendimi bu kadar hevessiz görüyorum. Çünkü bu zehirden kurtulmaya çalışırken, kendimi zulme uğrayan insanlara ve geleceği çalınmış topluma karşı büyük bir haksızlık yapıyormuş gibi hissediyorum.

Bunları da kaçırma

Taşgetiren, Erdoğan’a sordu: Böyle bir ülke mi hayal etmiştiniz?

Karar gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a 23 yıl önce yola çıkıldığı

‘Türkiye’nin emperyal vizyonu’ 15 Temmuz 2016’dan sonra kurulan ittifakın ‘kuruluş senedi’nin maddelerinden biri miydi?

Alper Görmüş/Serbestiyet Bir yazı başlığı için kabul edilemeyecek uzunlukta olmasaydı, 23 ve