‘367’ kararından 18 yıl sonra, bir acayip diploma hikâyesi…

18 saat ONCE

MURAT SEVİNÇ/ DİKEN

Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilip edilmeyeceği üzerine yapılan tartışmalar (!) bana bazı açılardan 2007’deki ‘367 günlerini’ hatırlatıyor. ‘Bazı açılardan’ ifadesinin nedeni, 2007 ile bugün arasında hemen hiçbir bakımdan benzerlik bulunmaması. Koşullar, güç dengeleri, iktidar söylemi, anayasa tartışmaları vs. bütünüyle farklı.

İktidar partisinin marifetinde boncuk arandığı dönemden söz ediyorum. Aralık 2006 sonuydu sanırım… Fakülte koridorunda karşılaştığım hukukçu meslektaşım, baharda yapılacak cumhurbaşkanı seçimine dair bir iddia olduğunu söyledi, ayak üstü konuştuk. Birileri demiş ki cumhurbaşkanı seçimi için yapılacak oturumda, Meclis, cumhurbaşkanının ilk turda seçilebilmesi için gerekli üye sayısıyla toplanmalıymış; aksi takdirde, eğer muhalefet Meclis’e girmezse, toplantı yeter sayısı sağlanamayacağı için seçilmesi mümkün olmayacakmış. Sonrasında, 367’ye karşı olduğum için beni ve karşı olan diğer solcu anayasacıları ‘ahmaklık’la ve ‘dincilerin ekmeğine yağ sürmek’le itham eden bu kahraman hukukçu meslektaşım, “Ne dersin?” sorusunu yöneltti. “Saçmalık” diyerek odama doğru yürüdüm. “Saçmalık” dedim ama, hakikaten olabilir mi böyle bir şey tereddüttüyle metinleri önüme koydum, uzunca çalıştım ve bir kez daha saçmalık olduğuna karar verdim.

Ocak 2007’de konu ciddi biçimde tartışılmaya başladı. Ne anayasada ne içtüzükte, seçimin ilk turunda toplantı için özel bir toplanma yetersayısı aranacağına dair bir düzenleme vardı; ancak koca koca adamlar bu absürt konuyu giderek yoğun biçimde gündeme getiriyordu. 

Bir gün odamda sinirli sinirli oturmaktansa Radikal İki’ye bir şeyler yazmamın daha anlamlı olabileceğini akıl ettim ve ilk kez bir gazeteye yazı gönderdim. Başlığı, ‘Hüzün veren anayasa tartışması‘ idi. Artık ulaşılamıyor, çünkü bir lümpen burjuvamız siteyi kapatıp erişimi engelledi. Malumunuz, artık şehir meydanlarında kitap yakılmıyor, dijital ortamda hallediyorlar bu işleri. Kitap yakılırsa faşist, yazıların okunması teknoloji kullanarak engellenirse ‘kaymaklı otoriter’ olunuyor.

Her neyse… 367 tartışması şubat-mart aylarında iyice alevlendi ve muhalefetimiz Meclis’e girmeyerek o esnada adaylığı ilan edilen Abdullah Gül’ün seçilmesini engellemeyi kafaya koydu. Peki nasıl olacaktı bu iş? İlk turu AYM’ye taşıyarak ve mahkemenin bir ‘eylemli İçtüzük değişikliği’ kararı vermesini sağlayarak.

AYM üzerinde baskı kuruldu, adı sanı bilinen hukukçu hocalarımız, seçimin ilk turunda toplantı yetersayısı için 367 kişi gerektiğini, aksi halde iptal edileceğini savundu. Rivayet odur ki kimi rütbeliler mahkemeye çay kahve içmeye uğradı, bir cumartesi gecesi e-muhtıra yayınlandı vs… 

Uzatmayalım; seçimin ilk turu için toplanıldı, oylama yapıldı, muhalefet salona girmediği için ilk turda 367 kişi yoktu, CHP bu ‘Meclis kararı’ AYM’ye taşıdı ve AYM oy çokluğuyla ilk turu iptal etti. Ortada iptali gerektiren bir şey yoktu. AYM’nin üye çoğunluğu kural uydurdu ve kendi uydurduğu kurala dayanıp içtüzüğün ‘eylemli’ olarak değiştirildiği gerekçesiyle iptal kararı verdi.

Mahkeme bu kararla, 2007 yılının uzamasına neden oldu ve ‘AKP anayasacılığı’o yıl başladı. Karara en çok iktidar mensupları sevindi, “Ne yapalım, bize seçtirmeyecekler, en iyisi anayasayı değiştirip cumhurbaşkanını halka seçtirelim” dediler ve Türk sağının tarihsel hayallerinden olan ‘cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi’ne dair anayasa değişikliğini yaptılar, sonbaharda halkoylamasında kabul edildi. Hemen erken seçim kararı aldılar, oylar yüzde 47’ye çıktı, 2002’de baraj altı kalan MHP Meclis’e girdi, (böylece yetersayı sorunu kalmadı) Abdullah Gül yeniden aday oldu ve seçildi. 2002’den bugüne AKP’nin en sıkı müttefiki ‘ulusalcı’ kesimin zihni sinir projesi 367 kararı, AKP’nin hayallerini gerçeğe dönüştürdü.

Geçen 18 yılda çok şey değişti. O gün yapılan anayasa tartışmalarının bir anlamı vardı, çünkü anayasal açıdan tartışılabilecek sorunlar çıkıyordu. Anayasanın ‘askıdaki’ zaviyesi yükseldikçe tartışma gerektiren konuların sayısı azaldı ve ‘kör parmağım gözüne’ devri başladı.

2016’daki darbe girişimiyle OHAL hukukuna geçildi, 2017’de rejim değiştirildi. Kavala ve Demirtaş gibi sembolleşmiş isimlerin davalarının üzerine gelen Can Atalay kararıyla artık anayasanın en temel hükümlerinin dahi yok sayılabileceği dünya âleme ilan edildi. 

Ezcümle, 2007’de, her ne kadar karşı çıkmış olsam da ortada, üzerinde ‘konuşulabilecek’ bir anayasa konusu vardı. Artık yok.

Ekrem İmamoğlu’nun diploması hakkındaki iddiayı ilk kez duyduğumda, yine ‘çok saçma’ olduğunu düşündüm. İlçe belediyeleri üzerinden Gezi-HDK ve oradan kent uzlaşısına gidecek bir ‘çitleme’ amaçlandığını aklı başında herkes görüyor. Buna mukabil, bir insanın adaylığının 30 küsur yıl önce alınmış ve yasal olduğuna kuşku bulunmayan bir diploma üzerinden engellenebileceği, 2025 Türkiyesinde bile biraz fantezi gibi göründü bana. Fakat, konuştura konuştura, söylete söylete bu acayip iddiayı da gündem haline getirdiler.

Şimdi, ‘Rejim değişiyor’ filan gibi kaygılar içeren bir şeyler söyleniyor. Şekerim, o değişeli epey oldu. Hani OHAL dönemi vardı ya, hani KHK’larla canları ne isterse yapıyorlardı, hani onca insanı sorgusuz sualsiz sivil ölüme mahkum etmişlerdi… İşte o sırada değişti zaten. Şimdi sonuçlarını yaşıyoruz. Atalay kararı en çarpıcı göstergelerden biriydi. Eğer hakikaten diploma iptal etmeye kalkarlarsa bu da derin mi derin bir diğer eşik olacak. Bunlar rejim değişikliğine giden adımlar değil, değişen rejimin kendi yolundaki adımları, eşikleri.

Muhterem okur, farkına varmanız gereken, konunun yalnızca İmamoğlu’nun diplomasıyla değil, ‘kazanılmış haklar’la, sizlerin en temel, en temel, en temel, en temel haklarınızla ilgili oluşu. Bu işin arkasındakilerin yerinde olsam, yurttaşın izzetinefsiyle bu kadar oynamaz, seçmenin tercihini bu denli yok saymazdım. Bir de 18 yıl önce 367 kararını aldıranların, o saçmalığın hiçbir hayrını görmediğini aklımda tutardım.

Hâlâ, diplomanın iptal edilmeyeceğine inanmak istiyorum.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.