ARDA EKŞİGİL
Cenazelerin ferahlatıcı bir tarafı vardır. Şayet vefat eden çok yakın değilse o mezara henüz girmemiş olmak, nemli toprağa karışmamış olmak mahcup bir ferahlık duygusunu canlandırır içimizde; mefta toprağa verilirken tüm gücümüzle bastırmaya çalıştığımız bu münasebetsiz his kaybolur gibi yapar önce. Defin işleminin dramatik yükü azalıp gevşediğimiz an ise geri döner usulca. Mezarlıktan ayrılırken burukluk ve hüzne karışarak kendini saklayan haz, fokurdamaya başlar tekrar. Hayata karışabilmenin, kendini kabristanın durgun esaretinden kurtarabilmenin gizli coşkusu – suçlu cazibesi – sarar benliğimizi.
Yangınlar deniz kıyılarına inmiş, depremler kartondan şehirleri yutmuş, siyasi iktidar ise yara sarmak yerine yepyeni yaralar açmakla meşgulken kendi imtiyaz köşemde bu yazıyı karalayabiliyor olmanın hazzı, yukarıda tasvir etmeye çalıştığım duyguyla akraba. Balık çiftliklerinin suları bulandırma, lüks yatlar ve kaçak sitelerin atıklarını rahatça denize boşaltma özgürlüğünü tepe tepe kullandığı bir yazlık beldede karşılıyorum son istibdat kasırgasını. ‘Ya hürriyet ya istibdat’ değil, ‘Ha hürriyet ha istibdat’ diye geçiriyorum içimden; hayat bir kanalizasyon misali akıyor işte.
Her gün gelen operasyon haberleri, ters kelepçeyle kodeslere tıkılan masum insanların görüntüleri akıp gidiyor üstümden. Onlar olmamanın verdiği o huzursuz hazza tutunurken buluyorum kendimi.
Mayomu giyiyorum. Mafyaya tahsis edilmiş bir kıyının ücra bir köşesinden suya giriyor, (görünürde) herhangi bir hastalığa yakalanmadan, ağzımda burnumda yara çıkmadan yüzebilmenin keyfini sürüyorum. Denizin bulanık derinliklerinde kalan son balıklar şaşkın şaşkın dolanıyor, henüz kökünden koparılıp üzerine kum bocalanmamış çelimsiz bir deniz çayırı uzanıyor altımda. “Yine iyiyiz” diyorum. Bir sonraki nesil, “Balık neydi?” diye soracak.
Akşamları, bozuk kaldırımlarda ayağım takıla takıla önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan vızır vızır geçen motosikletlerin arasından yürüyorum aylak aylak. Nasıl olduysa kamunun elinde kalmış kıyı şeridinin dinginliği içimi açıyor. Gece, tepelerden heyula gibi denize çöken karaktersiz villaların kusurlarını örttü bile. Huzura yakın bir his dürtüyor beni; utanmasam, tatlı düşüncelere, hayallere dalacağım. Fakat tutuyorum kendimi. Yürüyüş parkurumun bu noktasında keyfimi kaçıracak kesif bir lağım kokusu ablukaya hazırlanıyor, biliyorum.
Buradan her geçtiğimde, milyon dolarlık malikanelerine ayrılmış sahil parçasının bu dayanılmaz kokuyla sarılmasının site sakinlerini nasıl rahatsız etmediğini soruyorum kendime. “Koku almamayı çoktan öğrenmişlerdir” diyorum, fakat öyle de değil. İskelelerinin şezlongları boş, şemsiyeleri kapalı. Geç de olsa çakozluyorum: Site olarak Yunanistan’a gitmişler. Maddi imkanı ve vizesi olmayanların aksine, hissedarı oldukları cehennemden kaçabilmenin, arada yeryüzünün sathına çıkabilmenin örtülü hazzını Instagram hesaplarından geride kalanlarla paylaşıyorlar hevesle.
Kanalizasyon kokusu çekilince, mutluluk doluyor içim. “Ben… ” diyorum, “Henüz kanalizasyon kokan bir suya girmeye mahkum değilim neyse ki.” Kanalizasyon kokusu eşliğinde suya girmemenin ayrıcalığını tatmanın ayrıcalığını tadıyorum.
Dondurmacıya uğruyorum. Bir gazeteci daha gözaltına alınmış. Dört gece betonun üzerinde yatırılarak eziyet ettirilmek suretiyle dördüncü gün tutuklanacak. Dondurmacıdaki heyecanlı kuyruk belli etmiyor hislerini. Karadut ve limona bakarken ne düşünüyor içten içe? Karartılan ekranları, boş koltukları geçiriyor mu aklından? Ben de belli etmiyorum hislerimi. Şeftali çıkmış sonunda. Şeftali-kavun yiyorum iştahla.
Müstakbel kayyumunu bekleyen bir belediye tesisinde karşılayanlar var bir de istibdat rüzgarını. Deniz kenarındalar ama suyu göremiyorlar, önlerinde motor yatlar park etmiş. Motor yatlara bakarak belediye çayı yudumluyorlar. “Buna da şükür” diyor yüz ifadeleri. “Bunu da bulamayanlar var.” Haklılar da. Tesislerine henüz kayyum atanmamasına minnettar gibiler. Seçtikleri aday karga tulumba gözaltına alınıp yerine müteahhit-dostu bir sancakbeyi tayin edilene kadar bekleyecekler bu kıyıları.
Hak gaspı vaki olduğunda kabuklarının derinliklerine, son kıvrımına kadar çekilecekler mecburen. Görmemek, duymamak, harekete geçmemek için cenin pozisyonuna geçecek, kasırganın kendiliğinden dinmesini bekleyecekler çaresizce. Müstebite sırtını dayayarak arsızca yayılan beach club’ların işgal etmeye tenezzül etmediği kayalıklarda plastik sandalyelere çakılacak, istibdadın duyamayacağı kadar kısık sesle fısıldaşacaklar. “Deniz biraz daha mı bulanık sanki?” diye soracak içlerinden biri. “Yok…” diyecek bir diğeri. “Geçen seneyle aynı.”
İstibdadın dışında kalmak, olağanüstü hali olağan olanın asude kayıtsızlığı içinde karşılamak; sessizliğimizin bedelini ödeyen gazetecilerin, şehir planlamacılarının, aktivistlerin, sinemacıların yüzlerini unutabilmek için elimizdeki çare bu. Spor sayfası, seyahat planları, aile saadeti, cemiyet dedikodusu ve günün modası olarak well-being. Hayatın zararsız, risksiz ve latif ayrıntılarına boğulmak. Bizi sarıp sarmalayan çöl fırtınasından kendimizi korumak için bir kat daha, bir kat daha örtünmek, henüz kumlara gömülmemiş olmanın tesellisiyle avunmak.
Oysa hepimiz biliyoruz ki mutlakıyet, mutlak itaat bekler. Çöl kumlarına, betona veya kara toprağa gömülmek istemiyorsak gerçekten, kaçış değil çıkış aramalı. Haysiyetimizin ve geleceğimizin oynandığı son raundu belediye tesisinde, elimizde şeftali-kavunla motor yatlara bakarak seyretmenin, o an gömülmüyor olmanın ferahlığına sığınmanın kolaycılığına kaçmamalı.
Ne yazık ki hem içinde hem dışında kalınmıyor istibdadın.